Hiç beklemediğiniz anda ilginç bir fikir buluveren, bu haliyle de stüdyo dönemi Hollywood’unun her tür hikayeyi deneyen yönetmenlerine benzeyen Steven Spielberg, The Post adlı son filminde, Amerikan (gazetecilik) tarihinin Watergate’i hazırlayan aşamalarından birinden söz ediyor. 70ler Amerikası’nda, Vietnam Savaşı halen ağır kayıplarla sürmekteyken, eski Savunma Bakanı Robert McNamara’nın yıllar önce hazırladığı bir rapor ortaya çıkıyor. Pentagon Papers / Pentagon Belgeleri adıyla anılan rapor, daha başından savaşın iyi gitmediğini ve iyi gitmeyeceğini öngören, saklanan bir belge. The Washington Post gazetesi, bir yandan vatan hainliği ile suçlanma tehlikesini göze alarak, bir yandan da bu vesileyle ‘yerel bir gazete olma ve öyle kalmak’tan kurtulma kartını oynayarak belgeleri yayınlamalı mıdır, yayınlamamalı mıdır?
Çoğu (Amerikan) gazetecilik filmi, bilirsiniz, seksi biçimde kravat gevşeten, masa üstüne uzatılmış ayaklarla tarihi kararlar alan, tok ve kendinden emin bir sesle ‘…yayına giriyoruz!’ komutu veren, sekreterlerle mobbing sınırını zorlayacak biçimde flört eden, acımasızca stajyer azarlayan, çoğu kere politik olarak doğru da olsalar seksist şakalar ve yorumlar yapmaktan geri durmayan erkeklerden meydana gelen bir testosteron cennetidir. (Bir istisna belki de geçmiş yıllardan hatırlayacağınız Press filmidir.)
The Post’daki yazı işleri Tom Hanks de üç aşağı beş yukarı böyle. Ayrıca gazetenin mütevelli heyeti üyeleri, hukuk danışmanları vb. de bünyelerinde beyaz yakalılara has o malum otorite- erkeklik- doğal karar mercii kokteylinden semiz parçalar barındırıyorlar. Bir taraftan da saygı duyulması gereken kararlar alan bir nevi beyaz cesur erkekler safarisindeyiz sanki.
Ama The Post’da önemli bir engel var; meşhur kara film tabiriyle söylersek, cherchez la femme, ya da kadın parmağı. Aslında bu tabirin ima ettiği bir çeşit hile desise, ya da kadın kurnazlığı değil söz konusu olan. Daha çok bu filmlerde erkeklere düşen ahlaki bir nihai karar burada bir kadına düşüyor; basmalı mıyız, basmamalı mıyız? Çünkü ne de olsa (ya da hay aksi!) karar merciinde, gazeteyi ailesinden (ve sonra da ölümüne dek gazetenin yönetimi üstlenen kocasından) tevarüs eden Kay (Katherine) Graham var.
İşte olaylar, şahsen çok sevdiğim bir aktris olmayan, genelde oyunculuğunun dramatik etkisini duygusallıkla titreyen burun kanatlarından aldığını düşündüğüm Meryl Streep’in ayrıntı zenginliğiyle, karakterin gelişimini kademe kademe takip etmemizi sağlayan oyunuyla canlandırdığı Graham’da düğümleniyor. Dını nı nıın! Bu da The Post’u klasik bir erkek merkezli gazetecilik draması yapmaktan çıkarıp, erken bir çeşit kadın empowerment’ı hikayesi katına çıkarıyor. İşler bir kadına ‘kalırsa’ ne olur?
Filmin bize sunduğu Kay Graham*, önce baba sonra koca hükmü altında yaşamış (hatta ikincisinin sözlü tacizine maruz kalmış) bir uslu kız. Bir iyi aile kızı. Zengin kızı. Bir cici kız. Hangisini tercih ederseniz. Streep onu başlangıçta yol yordam bilen fakat çekingen, çevresindeki erkeklerin ‘erk’ine kalmış, dolayısıyla biraz da büyüyememiş bir nevi kız çocuğu, kız evlat, birinin karısı, birinin kızı olarak canlandırıyor. Sakarlığı için sürekli özür dileyen, olsa olsa beceriksiz olduğunu bildiği için ancak özür dileme sanatında ustalaşmış biri gibi, neredeyse. Kızı bile ondan daha insiyatif sahibi ve kişilikli. Kay’in bütün politik becerisi klasik gazetecilik filmlerindeki gibi, iyi bir ev sahibesi olmak ve erkekler arasındaki hırlaşmaları ve alan paylaşma oyunlarını yumuşaklıkla halletmeye, tansiyonu gevşetmeye çalışmak ve şık olmak. (Meryl Streep’in filmde bir giydiğini bir daha giymemesi ve birbirinden çeşitli ‘duruma uygun’ kıyafetler taşıması anlaşılan iyi bir ev sahibesinin hasletlerinden biri ve bir filmin kostümlerinin ne kadar işlevsel olabileceğine örnek.)
Streep/Graham’ın aydınlanışı (ya da belki ayışı) çeşitli duraklardan geçiyor. Ev sahibeliğinden yorgun düşmesi, devlet kademelerindeki çeşitli yüksek bürokratlarla sosyal ilişkilerini sorgulaması, kadınlara atfedilen roller konusundaki erkek alaycılığını (Samuel Johnson demiş ki ‘bir kadının fikir belirtmesi bir köpeğin iki ayak üzerinde durması gibidir, ikisi de olabilir ama olunca şaşırtıcı gelir’) hatırlaması, kocasının ağıza alınmayan intiharı, çocukları vb. Streep, giderek ‘uygun davranmak’ ile ‘doğru davranmak’ arasındaki çizginin sınırına gelip dayanıyor. Bu yolda erkekler her an onu kararın lehinde ve aleyhinde sıkıştırıyor, etkilemeye çalışıyorlar. Hissedarlar, avukatlar, politikacılar ve tabii Hanks’in canlandırdığı yayın yönetmeni… Ve kararını veriyor.
Sonunda ‘basalım’ kararını verildiğinde de Spielberg’in filminin hoş tarafı, bu cesur kararın şerefini sadece erkek yayın yönetmeninin dirayeti ve inadına tahvil etmemesinde. Üstelik, bu şerefin sadece ona ait olamayacağına dikkat çeken, bizzat yayın yönetmeninin karısı; evinde geçen hummalı haber yetiştirme gecelerinde bir gazeteci ordusuna sandviç yapmak ve kahve hazırlamaktan gocunmayan, boş zamanlarında amatör heykeltraşlıkla ilgilenen bu tipik orta sınıf Amerikan eşi, kocasına, onun için sonuçta bir kariyer fırsatı olan şeyin, asıl Graham için cesur bir adım olduğunu açıkça söylüyor. (İki kadının filmin hiçbir anında karşılaşmamaları da güzel bir ayrıntı.)
Film, dolaylı biçimde bence şu soruyu da soruyor ki, o da ilginç; ayrıcalıklı dediğimiz pozisyonlardaki insanlar doğru kararlar almaya çalıştıklarında bu süreç sandığımız kadar kolay mıdır? Vazgeçilmesi geçilen şeyler sadece ‘ayrıcalıklar’ mıdır yoksa onları toplumsal gövdeye bağlayan bağlar daha karışık, çetrefil midir? Riskler daha farklı, bu yüzden karar süreci de farklı ve değişik biçimde stresli midir? Ayrıca; bu konuda kadınlarla erkekler arasındaki fark nedir? Ayrıca; ayrıcalıklı olsunlar ya da olmasınlar, kadınlar fazladan yüklerle mi başa çıkmak zorundadırlar? Babalar, kocalar, çocuklar, ayrıca sandviç hazırlamaktan davet vermeye uzanan, başa çıkılması gereken türlü, sinsi domestik yükler?
Şu ara sinemalarda oynayan başka bir film, Filistin- İsrail meselesini o yörüngeden özellikle uzaklaştırıp Filistin-Beyrut odağına alan, ama konuyu eşit biçimde etkileyici tartışan Lübnan filmi Hakaret /L'insulte de sonuçta gelip kadın parmağı meselesine dayanıyor. Orada da iki erkeğin inadı ve bir türlü gerçekten geri adam atmamalarına dayalı çatışma, sonuçta bir kadın avukat ve kadın hakimin kararlarıyla çözümleniyor. Doğrusu, hiç de şaşırmıyoruz.
FATİH ÖZGÜVEN
* Kay Graham, genç yaştan itibaren The Washington Post’un en alt kademelerinden başlayarak gazetecilik de yapan birisi… Film bunu bizden -nedense- biraz gizlemeye çalışıyor. Belki de sondaki kararın etkisini artırmak için.
KÜNYE:
The Post (2017)
Yönetmen: Steven Spielberg
Senaryo: Josh Singer, Elizabeth Hannah
Oyuncular: Meryl Streep, Tom Hanks, Sarah Paulson, Bob Odenkirk