Hiç kimsenin hiçbir şeye zaman bulamadığı günümüzde, hızlı tüketime açık, kısa sezonları ve dolu dolu ama yine kısa bölümleriyle yeni bir izleyiş alışkanlığı kazanmamıza sebep oldu Netflix. Hem internetin sonsuz kural tanımazlığından yararlandılar; hem de reklamla diziyi paramparça etmeden izlemenin keyfini tanıttılar. Hele sinema gösterimlerinde bile patlamış mısır satmak için ‘ara veren’ ülkemizde; hele diziden uzun reklamlarla beş saatlik televizyon maratonlarına sebep olan ülkemizde… Netflix, büyük bir devrim yapmayı başardı.
Marvel; Arrow, Flash, Gotham gibi dizilerle televizyona el atan DC’ye karşılığını da 2015’te, Daredevil ile Netflix üzerinden verdi. Kör avukatın inanılmaz duyularla Hell’s Kitchen, New York’ta kahramanlık peşinde koştuğu dizi övgü topladı. DC’nin çektiği çok daha çocukça dizilerin yanında epeyi karanlık ve karamsardı Matt Murdock’ın (Charlie Cox) hikayesi. New York’un geceleri üzerine çöken pus, sokaklarında gezmeye başlayan suçlular; Arrow’un sözde cehenneme dönen şehrinden çok daha gerçekçiydi.
Daredevil’ın ardından Jessica Jones (Krysten Ritter) da Netflix’te gösterime girdi. Matt’le aynı şehirde başlayan hikaye, yine Matt’in hikayesi gibi sert gelişti, alkolik bir detektife evrilen kadının hikayesi de çocuklardan çok Marvel’la büyümüşlere hitap etmeyi başardı.
İki başarılı dizinin ardından üçüncünün ve dördüncünün gelmesini beklemekte elbette haklıydı izleyen. Önce Luke Cage (Mike Colter), Harlem’de karşımıza çıktı. Pop’un dükkanında siyahi gençlerin hayatla mücadelesine tanık olduk böylece. Cage de bu sırada güçlerini kullanmıyor, saklanıyordu. Vicdanlı bir adam olarak yaşamaya çalışıyordu. Sonra olaylar da Cage de gelişti, kendini Harlem’in mafyalarına karşı bir savaşta, mazlumun yanında buldu. Kurşun geçirmez -ve kaslı- vücudunu gördük, mahallesi için verdiği mücadeleye tanık olduk. Siyahi bir süper kahraman olabileceğini ve bu kahramanın diğerlerine nazaran daha fazla yahut diğerleri gibi insancıl olabileceğine de böylelikle ikna ‘olur gibi oldu’ Amerika.
Bu yılın Mart’ında da son kahramanımız Iron Fist (Finn Jones) ile tanıştık. Önceki dizileri izleyenler ve daha gerçek hikayelerle haşır neşir olmayı arzulayanlar için Iron Fist, büyük bir hayal kırıklığı oldu. Işığı bol, saf, çocuksu bir kahraman yıllar sonra New York’a döndü, eli sarıyken yumruk atınca dağlar sarsılıyordu, uçak kazasında kaybettiği ailesi milyarderdi, çocukluğundan kalan naftalin kokulu anılardaki arkadaşları büyümüştü, onu tanıyamamışlardı… Kameranın önüne çok fazla ışık konmaya başlandı, şehir yine New York’tu ama plazalara dönüş yapıldı.
The Guardian’dan Addam Gabbat’a verdiği mülakata göre Daredevil başlamadan önce, Murdock’u oynayacağı kesinleşen Charlie Cox’un menajerine üç ayrı dizinin daha çekileceği ve sonrasında bu dizilerin kahramanlarının bir araya gelip ayrı bir hikayede buluşacakları söylenmiş. Netflix ve Marvel’ın ortak yapım planı ansızın ortaya çıkmış değil, belli bir çizelgeye göre ilerlemiş. Ve o ‘son yapım’ önceki hafta Netflix’te sekiz bölümlük bir seri olarak yayınlandı: Defenders…
Yalnız, ilk bölümlerde neredeyse hiçbir ortaklık, ekip işi izleyemedik. Bunun sebebiyse apaçık dizinin yazarlarının diğer dizileri hiç izlememiş insanları da ‘izleyebilir’ kılma çabasıydı. Oysa dört ayrı karakteri, yani dört ayrı hikayeyi buluşturmayı amaçlayan bu yapının temelinde diğer dizilere aşinalık yatıyordu.
Ancak dört ayrı kahramanı bir arada sunmak isteyince dördünün de hikayesine ‘sil baştan’ başlamışlar: Kahramanlıktan emekli olan Matt Murdock kendini avukatlığa ve adalete adamış, mahkeme salonlarında karşımıza çıkıyor. Onun idealizmi, onun hukuk arayışı, onun vicdanı… Zaten bildiğimiz Murdock hakkında bildiğimiz her şey, yeni baştan gözümüze sokuluyor.
Diğer yanda şandan şöhretten bıkmış, özel dedektiflikten bunalmış, barda kafası kıyak karşımıza çıkan bir Jessica Jones var. Sonraki sahnede kahvesine viski katıyor, kafası yine kıyak. İçiyor da içiyor. Evi dağılmış, pis, kapısı hala kırık. Yani, Jessica Jones’un tekil dizisini izlemiş olan herkesin bildiği, tanıdığı, beraber 13 saatini geçirdiği kadın; yine ve de yeniden anlatılmaya çalışılıyor. Fakat ‘yeni’ katiyen değil.
Hapishaneden çıkan, Harlem’in kahramanı Luke Cage, şehre dönene kadar aylar geçiyor. Bitmek bilmez metro yolculuğumuza sarı lensle çekilmiş manzaralar ve hip-hop şarkılar eşlik ediyor ve bu ucuz ve basit prodüksiyon hamlesi, devrimci bir hareketmiş, muazzam bir fikirmiş gibi bütün dizi boyunca devam ediyor. Harlem’de de yine Cage’in kendi mahallesine verdiği değer gözümüze sokuluyor, onu Pop’ın yerine geçmesi için ikna etmeye çalışan mahalleliler peydahlanıyor. Cage de siyahi gençlere umut olmaya, onlara yardım etmeye çalışıyor. Yani, Luke Cage, yalnızca Luke Cage’lik yapıyor. Ne yaptıysa o. Önceki 13 saat, tekrardan.
Uzak Doğu’nun gerçekçilikten yoksun mağaralarında (oralar hep AVM oldu yahu) The Hand’e karşı mücadele ederken çıkıyor karşımıza The Immortal Iron Fist, yani milyoner çocuk Danny Rand. Hand’le ilgili alabildiği tek bilgiyse ‘asıl tehlike’nin New York’ta olduğu. Sonra biniyor tabii özel uçağına, saatler süren türbülans ve kabus dolu yolculuğun sonunda varıyor şehre. Evet, özel uçağı var; evet, çocuk zengin; evet, Uzak Doğu’da eğitim almış, eli sararıyor, bir de Dövüş Kulübü işleten bir kızcağız var yanında. Ve evet, biz, bütün bunları zaten biliyoruz. Boşuna vermemişiz 13 saatimizi.
Defenders’ın ilk iki bölümünde Netflix ve Marvel’ın yeni dizisine dair hemen hemen hiçbir şey yok. İşin kötüsü, bunca tekil hikayenin işleyişinin ardından gelecek organik bir bağlanma bekliyor izleyen. Ancak hikayeler o kadar yalnız ve birbirlerinden kopuk ilerliyor ki anca Murdock, Jessica Jones’un avukatı oluyor; Cage’le Danny Rand de bir ‘olay mahali’nde karşılaşıyor, birbirlerini yumrukluyorlar. Yalnızca uzun bir ‘’özet’’ izliyoruz. The Hand’in başındaki kadını, Alexandra’yı (Sigourney Weaver) tenzih ederek konuşuyorum tabii ki.
Sigourney Weaver karşımıza her çıktığında, elimizdeki telefonu masaya bırakıp diziyi izlemeye geri dönebiliriz aslında. Oscar adaylığı bulunan Weaver, Marvel dünyasında ilk defa Defenders’la çıkıyor karşımıza. Özel bir hastanede, doktordan haber almayı beklerken, üzerinde hasta önlüğüyle tanıyoruz onu. Doktorun tanısı, Hand’in planlarını sarsıyor, eylemler hızlandırılıyor. Bir diğer yandaysa aynı karakter, Beethoven’la olan tanışıklığından bahsediyor, İstanbul’la Konstantinopol’ü karıştırıyor; bir nevi ölümsüzlüğün dolaylı yoldan tasviri var, bir de doktordan gelen ölüm fermanı. Hand’in liderini çözmek de bu sebeple epey güçleşiyor. Örgütle ilgili bir sorun daha: Karşımızda muazzam büyük bir yapı, o yapının ninjaları, iş adamları, sonsuz parası var; hareketin içindeki herkes inanılmaz bir bağlılık içinde… Ancak ne doğru düzgün bir amaç var, ne de bu insanları bir araya getirebilecek bir sebep. Gökten inmiş de New York’un başına musallat olmuş gibiler. Bir de tabii uyuz izleyici sormadan edemiyor: Neden New York? Bu sorunun cevabına da yaklaşamıyoruz bir türlü. Ancak yine uyuz izleyici biliyor: New York çünkü, kahramanlarımız New Yorklu yahu!
Defenders’ın en büyük, en göze çarpan özelliği olayların bir türlü gelişememesi, gelişemedikçe izleyenleri -ki ezici çoğunluğu zaten diğer Marvel dizilerine de aşinadır- boğması, zaman çalması. Geliştikçe de yapının ve hikayenin inorganikleşmesi, samimiyetini ve kişiliğini kaybetmesi.
DERİN KOÇER
Defenders, part 2: Drama dramayı ve her insan sevdiğini öldürür
Defenders, part 3: Defenders ve Türk Bayrağı