Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Bir Karakterin Ölümü
Will ve Alicia
 
DİKKAT! BU YAZI SPOILER İÇERİR

“ (…) Hepimiz, sevdiğimiz birinin ani ölümünü yaşamışızdır. Gayet olağan, güneşli bir günün ortasına düşen trajedi ne kadar sarsıcı, ürkütücüdür. Bizce televizyon, şu gerçekle yeteri kadar yüzleşmiyor: Ölümün geri dönüşsüzlüğü. Sevdiğinizle son anınız (nasıl olursa olsun) hep sonuncusu olarak kalacak. The Good Wife insan doğası, davranışları, duygularıyla ilgili bir dizi ve tüm üzücülüğü, haksızlığıyla ölüm de paylaşmak istediğimiz insani deneyimin bir parçası…”

Alicia’nın (Julianna Margulies) uzatmalı/imkansız aşkı Will Gardner’ın, The Good Wife’ın yayınlanan son bölümündeki (5. Sezon, 15. Bölüm) ölümü üzerine dizinin yaratıcıları Robert ve Michelle King’in fanlara açık mektubundan bir bölüm bu. Genel olarak da güzel bulduğum bu mektuba tekrar döneceğim. Ama önce, Will’in ani ötesi ölümü üzerine bir şeyler söylemek istiyorum.

Will’in ölümü, ekran tarihindeki dokunaklı “erken ölüm”lerdendi…

Hayatın acımasızlığıyla güzelliği tam aynı noktadan kaynaklanmıyor mu?: Bütün planları boşa çıkaran, insanı afallatan anidenliğinden… Ne yaparsak yapalım bazı temel konularda hiçbir kontrolümüzün olmayışından... Hayatı aynı anda hem güzel, değerli, anlamlı hem de ürkütücü, saçma, anlamsız kılan şey bu. Ucunda ölüm var. Her an olabilir. Görmeyi çok istediğin o yeri göremeyebilirsin. Ona, onu ne kadar çok sevdiğini asla söyleyemeyebilirsin. Ertelediğin o barışma asla gerçekleşmeyebilir…

Ya “şimdi”? Mesela benim için tam şimdi: Dışarıda, arka bahçede, çiçekler arasında uyuyan kedinin güzelliği. Şu an, şimdi elimde olan sadece bu ve yazdığım bu yazı. Birazdan ne kedi olacak bahçede, ne güneş. Bense, bu cümleyi bile bitiremeyebilirim. Ama bitirdim! İşte geriye kalacak bir şey daha… Bir cümle daha… Bir adım daha. Elimizde olan tek şey, şu an, şimdi. Ama şimdinin asla sabitlenemediği, geçmişli, gelecekli bir kurguda bu hayatı sürdürmek durumundayız. Çare ne peki? Elbette planlar yapılacak, sebat edilecek. Zamanın en popüler öğretileri bize hep “anı yakalama”yı, anda kalmayı, hatta ana yapışmayı öğütlüyor. Yabana atılacak bir öğüt değil bu. Yine de, ironik biçimde, şu anı iyi ve dolu dolu yaşamanın yolu bile sadece şu andan geçmiyor. İnsan, hayatını anlamlı kılmak için hayal etmesi, planlaması, şahsi kurgu stüdyosunda epey mesai yapması gereken bir yaratık. Yaşadıklarımızdan bir şeyler öğrenebiliyorsak, müdahale edebildiklerimizle edemeyeceklerimiz arasında paniği daha az, usturuplu bir dengeyi tutturabiliriz, belki. Biraz da şansın yardımıyla sevdiğimiz bir işle, sevdiklerimizle ya da sevdiğimiz yerlerde daha uzun süre kalabiliriz, belki...

İşin içine ölüm girince şahsileştirmeden olmuyor: Will’i severdim ben, gerçekten. Sadece boyu posu, kumral kaşı, Laz burnu için değil. Karizma ve insanilik dengesi çok iyi tutturulmuş, tatlı bir karakterdi Will. Kariyer dendi mi akan sular duruyordu ama sevdi mi de seviyordu aslında. Mesleğine tutkusunu ve gri alanlarda tam bunun için doğmuşçasına, muzip bir beceriyle gezinmesini de seviyordum. Mükemmel olmayışını, hiç de “sınır aşığı” olmayan haylazlığını ama bazı kırmızı çizgileri de aşmayışını. Merhumu iyi bilirdik yani! Alicia’nın gel-gitlerini ve yanıp tutuştuğu Will’le bir türlü kavuşamamasını, o Mr. Big bozması, can çıkar huy çıkmaz zamparalıktaki kocasını türlü dengeler ve “önce çocuklar” nedeniyle bırakamamasını anlıyorum. Senarist olarak buradaki imkansızlığı da ayrıca tatminkar buluyorum. Ama mesela arkadaşı olsam “Deli misin kızım, yürü git şu adamla, bir daha mı geleceksin dünyaya!” derdim, eminim. Olmadı… Hayat! Ya da senaryo!

Will ve Alicia aşkın böyle “gündelik”, ferah hallerini o kadar az yaşayabildiler ki…

Will’le Alicia’nın daha uzun bir süre kavuşmayacaklarını biliyorduk ama umut hep vardı. Bir önceki bölümde, Alicia’nın bir kadın ve bir anne olarak, azimle aştığı mesleki badireleri anlattığı konuşmasına hazırlanırken hatırladıkları, boy boy Willi flashbackler bir huylandırmıştı. (Hele o Will’in asansör durduran elinin beş kere geçişi? Tam “hayırdır inşallah”lıktı!) Ama sonraki bölümde Will’in öleceği pek akla gelebilecek cinsten bir şey değildi doğrusu. Duygusallığın dozu dikkat çekiciydi de, bu aralarındaki buzların bir nebze eriyeceğinin işareti gibiydi daha çok. İşte tam bir senaryo hinliği. Dağ gibi adamı çapraz ateşte yere yığmadan önce bir bölüm boyunca izleyiciyle tatlı tatlı oynadılar. Bu kızılacak bir şey mi peki? Bana göre, hayır tabii, ne münasebet. Ben de olsam aynısını yaparım. Önceki bölümde güzelim flashbackler içinde pamuklara sarınmış olmasaydık Will’in ani ve dehşet verici ölümü yine çarpardı ama bu daha çok bir şok etkisi olurdu. Bunun yerine belli belirsiz umutlandık ve en beklemediğimiz yerden vurulduk…

Sonra, öğrendik tabii. Josh Charles diziden kendi isteğiyle ayrılmıştı. Will ölmüştü ama sevgili Josh “ailenin ayrılmaz bir parçası olarak” hayattaydı; yanağından kan damlıyordu, şükür. Mektupta King çifti, Will’in ölümü için neden bu kadar trajik bir yolu seçtiklerini de gayet güzel anlatıyor. Öyle ya, bir karakteri diziden göndermenin bin türlü yolu var: Barodan atılabilirdi, başka bir şehre taşınabilirdi, aniden o “çılgın” genç sevgilisiyle evlenip dövmelerine dövmeler ekleyerek dünya turuna çıkabilirdi vs… Ki Alicia’nın şirketten ayrılmasından sonra Will’de bu orta yaş krizi karışık “hayat geçiyor!”un sinyallerini almıştık. Ama bu yolların hiçbiri çok inandırıcı olmazdı. Kingler, Alicia ile Will arasındaki güçlü çekimin mesafe gibi yetersiz engelleri kırıp geçeceğini söylüyor. Will’in o bohem hallerinin de kalıcı olması imkansız… İşi bırakıp hayatını yaşamayı düşünen Kalinda’yla (Archie Panjabi) bölüm içinde yaptığı ve çok uzaktan da olsa tehlike çanları çaldıran hayat memat sohbeti de bunun kanıtıydı. Mesleğine tutkuyla bağlı insanlar için çiftlik ya da balıkçı kasabası tarzı hayallerin saman alevinden başka bir şey olmadığını anlattı Will Kalinda’ya. “Hayat abartılıyor” dedi, “iş olmadan yapamazsın sen” dedi. İkisi aynı, adrenalinle dokunmuş, kırmızı kumaştandı. Bir davada yol kat etmenin, neredeyse sıfır noktasından başlayarak bir muammayı çözüp zafere ulaşmanın hazzından uzak yaşayabilecek insanlar olmadıklarını gayet güzel ve ikna edici biçimde anlattı. Öyle ki ben bile arada bir ziyaretime gelen şahsi balıkçı kasabası hayallerimden soğudum. Çok hoş bir sahneydi ve az sonra, “bang bang”… Avukatlığını yaptığı, melek suratlı olduğu kadar da sinirleri zayıf genç, bir süredir pençeleri arasında kıvrandığı çaresizliğin cinnetiyle salondaki polisin silahına atladı. Bu kadar basit işte. Bir çapraz ateşlik canımız var. Abartıldığını düşündüğünüz hayat sizi öldürebilir. Olağan bir iş gününün ortasında, aniden hem de…

Tutkuların yapıldığı maddedendi, sevgili, Laz burunlu Will…

Kendi isteğiyle ayrılan bir oyuncunun canlandırdığı karakteri diziden tabutla göndermek genelde yapılan şeydir; bu açıdan şaşılacak bir durum yok. Yakın zamanda Downton Abbey’de Matthew’nun (Dan Stevens) ölümü de Will’in ölümüne çok benzer bir beklenmediklikte gerçekleşmişti sözgelimi. Oyuncunun gidişini karakterin ölümüyle gerçekleştirmek, kesin bir ayrılığın adını koymak kadar diziler açısından pek sınırlı bir trajik olanak olarak da önemli. Oyuncu gitmeyecek olsa o kadar sevilen karakteri öldüremezsin; “gidiş kaçınılmazsa trajedinin keyfine bak” durumu var burada. Bu zorunlulukla beraber, Will’in ölümünün dramatik açıdan olabilecek en etkili yolla işlendiğini ve mektupta dendiği gibi bunun dizinin hep hayata yakın kalan, gri alanlarda kusursuzca gezinen yapısına çok uygun olduğunu düşünüyorum. İki kişinin canını alan cinnet silahının biten mermi nedeniyle ateşleyen genci öldürememesi, Will’in savrulan ayakkabısından çıkan çoraplı ayağının ölümün karşısındaki çaresizliğimizi yüzümüze çarpması türünden detaylar da bu “hayat gibi”liğin çarpıcı göstergeleri…

Huzur içinde yat Will. The Good Wifeseverlerin kalbinde hep o pek kimseninkilere benzemeyen muzip, Laz burunlu yakışıklılığın gibi müstesna bir yerin olacak.
YORUMLAR




DİĞER HABERLER