Modern hayatın en büyük sıkıntılarından biri zaman kavramının kontrolümüz dışında oluşudur. Belli saatte uyanmamızı, öğle yemeğini yiyebileceğimiz aralığı, akşam işten çıkışımızı, eğlenceye ayırabileceğimiz günleri, tatil yapabileceğimiz ayları belirleyen düzen, kapitalist ekonominin kölesi olduğu için modernizmin artık ütopya üretemeyeceğini iddia eden Tafuri’yi haklı çıkarır gibi sarmalar bizi. Ben hayatım boyunca aylaklık hakkından yana oldum. İnsanın doğanın zamanını bırakıp kolundaki saate göre yaşamasını eleştirirken aslında doğaya dönüş romantizmi de yapmıyorum. Tam tersi modern hayat içinde aylaklık da yapabileceğimiz bir ekonomik model yaratılmadan ütopyaların sonunun geldiği fikrine kendimi alıştırıyorum. Turizm endüstrisinin kuşatmasından sıyıramadığımız tatiller yetmiyor ve yerine sürekli yeni bir zaman algısı ikame etmeye çalışıyoruz ki nefes alalım. Kendimizi her gün aynı şeyleri yapan robotlar gibi hissetmeyelim. Televizyon bunun ekmeğini yiyor işte. Akşam işten çıkışınız “Bugün dizim var,” dediğiniz an başka bir zamana evriliyor. O günün sıradanlığını, monotonluğunu bozuyor. Hele de akşam işten veya okuldan çıktıktan sonra her gününü tiyatroya, sinemaya, galeri ve sergi gezmeye ayıramayacak durumda olanlar ve hatta belki ayda ancak bir kitap alabilecek olanlar için soruyorum; başka çare var mı? Travmatik bir coğrafyanın yorgun insanlarını kendilerine “kaçacak” bir zaman dilimi arıyorlar diye suçlamaya hakkınız var mı? O nedenle televizyon izleyicilerinin izleme alışkanlıklarını ve az okuma oranlarını eleştireceğiniz yerde, sosyal ve ekonomik modelleri eleştirin. Televizyon sonuçtur, asla ve asla sebep değil.
Televizyonun kendi zamanını bu yüzden seviyoruz. Yıl Eylül’de başlıyor Haziran’da bitiyor izleyiciler için. Azimli televizyon izleyicileri peşlerine düştükleri işler nedeniyle yeni bir zaman algısı yaratıyorlar. Pazartesi fragman gününe, salı özet gününe, çarşamba bölüm fotoğrafları gününe dönüyor. Mesela ben perşembelerimi Vatanım Sensin’e adayacağım günü bekliyorum. Benim için hala sezon başlamadı ve kış gelmedi. Takip ettiğim kadarıyla birçok Vatanım Sensin izleyicisi içinde öyle ama bir tek farkın altını çizmek için bu yazıyı yazıyorum. Perşembelerimiz daha anlamlı olsun diye Vatanım Sensin’i beklemiyoruz; aslında tam olarak Vatanım Sensin’in anlattığı zamanı yaşamak, iki saat de olsa orada nefes almak, işgali ve hatırlamak, o acıyı hissetmek, kurtuluşun coşkusuna dahil olabilmek için bekliyoruz. Tüm ekibin bu sorumlulukla çalıştığına emin olduğumdan beklemek çok da yormadı ama özlem yordu. Bu vesileyle bir şeyin daha altını çizmek isterim. Vatanım Sensin izleyicileri ne izlediklerinin gayet farkında bir kitle. Hilal ve Leon’un hikayesi aldığınız bir şeyin içinden çıkan beklenmedik küçük hediyelere benziyor. Biz bu işi satın aldık. Bize anlatacağınız zaman dilimi bile yeterliydi aslında işi satın almamıza ama içinden çıkan bu sürpriz hikayeyi de alıp başucumuza koyduk. Ona ana hikayeyi zorlayan, yoran, bastıran yaramaz çocuk muamelesi yapılması haksızlık. Bizler Vatanım Sensin’ciyiz. Çok değerli bir zamana ait hikayenin peşindeyiz o kadar.
Yeni sezon öncesi yolunuz açık, reytinginiz bol olsun.
URBAN FRINGE