İstanbul Film Festivali “hayat iki hafta dursun, ben sadece film seyredeyim” dedirten dopdolu, cazip ötesi bir programla dün başladı. Festivalin bu yılki görünmez temasına rahatlıkla “zor seçim” denilebilir. İçimizin dışımızın seçim olduğu, siyasi gündemin her tür şahsi gündemi sollayarak hayatımızın baş köşesine kurulduğu bu dönemde itiraf etmeliyim ki bana bu tür bir zorluk çok iyi geldi, tam “bunlar tatlı telaşlar” türünden. “Oh be, kendimize geldik” sözünü dün en az üç festival izleyicisinden duydum. Gördüğüm ilk filmlere dair izlenimlerimi işte tam bu heyecanla paylaşmak istiyorum. Sinemanın iyileştirici, toparlayıcı, hücre yenileyici gücü adına!
Film Eleştirmeni (El Crítico Hernán Guerschuny, 2013)
Festivalde “antidepresan” teması altında gösterilen bu Arjantin filmi, tüm depresiflik potansiyeline karşın hakikaten gevşetici, gülümsetici. Filmin antikahramanı, yedinci sanatın uzun zaman önce öldüğüne inanan, popüler sinemadan hazzetmeyen, haliyle biraz “demode” ama prestijli, notu da hayli kıt bir film eleştirmeni, Victor Tellez (Rafael Spregelburd). Hayatı uzun bir film gibi görüp yaşamasına neden olan, “maladie du cinéma” (sinema hastalığı) dediği bir rahatsızlıktan muzdarip. Boğazına kadar mesleki deformasyona batmış, yabancılaşmakta her gün bir aşama kaydediyor, “anı yaşamak” hak getire. Anlaşılmış olacağı gibi bir nevi ıssız adam, aşık da olamıyor. Derken bir gün karşısına üç cümlede formülünü verdiği romantik komedilerden fırlamış gibi görünen, deli dolu, güzel mi güzel, klişe yumağı Sofia (Dolores Funzi) çıkıyor ve olaylar gelişiyor.
“Hayat ve filmler” ya da “gerçeklik ve kurmaca” sevdiğimiz ikiliğiyle oynuyor film. Bunu da irili ufaklı kusurlarına rağmen başarıyla yaptığını düşünüyorum. Söylemeye gerek var mı? Serseri Aşıklar’dan Nothing Hill’e dek, sayısız filme kah deyim yerindeyse kabak gibi ortada, kah ufak bir zihin mesaisi gerektiren göndermelerle dolu olması açısından, sinemaseverler için ayrıca da leziz bir film.
Hayat Bir Esintidir (Life’s a Breeze, Lance Daly, 2013)
Kisses (2008) ve The Halo Effect (2004) filmlerinden tanıdığımız Lance Daly’nin yazıp yönettiği film, on komedi gülümseticiliğinde. Şahsen baştan sona giderek yayılan bir gülümsemeyle izledim, sık sık da kahkahayı patlattım. İyi anlatılmış “küçük” hikayeyi zaten her zaman severim. Bu kulvarda filme içimden Nebraska’yla beraber 2013’ün en iyisi ödülünü verdim gitti!
Film, şiddetli geçim sıkıntısı çekerken varlığından kaybettikleri anda haberdar oldukları bir aile servetini fellik fellik aramaya başlayan Dublinli bir aileyi anlatıyor. Huysuz ve tatlı nine rolünde Fionnula Flanagan’ın her zamanki gibi ‘döktürdüğü’ filmde oyunculuklar genel olarak da çok başarılı.
Karabasan (The Babadook, Jennifer Kent, 2014)
Bir güne iki “antidepresan” film fazla gelmiş olacak, festivalin ilk gününü Geceyarısı Sineması’nda adı üstünde, tam bir karabasanla tamamladım.
Tür gereği işin içine Mr. Babadook namlı bir canavar karışsa da, “bir çiftin parçası olmama”nın kadın için halen bir başarısızlık ölçütü sayılabildiği bir dünyada yalnız bir annenin mücadelesini anlatıyor aslında film. Haliyle “(kutsal) annelik”i de sorguluyor. Bunu yaparken, “korkunun vazgeçilmez klişe ve formüllerine daha cömertçe yer verseydi ama alttan alta da kendi özgün stilinde ısrar etseydi keşke” dedirtti bana film. The Shining’den The Exorcist’e türün birbirinden farklı ve önemli filmlerine selam çakan Karabasan’ı janra yaklaşımı bakımından biraz kafası karışık buldum. Ama korkutmuyor mu? Korkutuyor. Sırf çok önemli bir kadınlık problemini, “korku” gibi gücünü büyük oranda toplumsal cinsiyet rollerinden alan bir türde ele almayı tercih etmesi bakımından bile olsa, kesinlikle izlenmeye değer bir film.