İş dünyasında yükselmekte olan bir arkadaşım -bir hukukçu değil- geçenlerde şöyle bir yorum yaptı: “Bazen işle ilgili bir karar vermem gerekip, ne yapacağımı bilemediğimde ‘Acaba şu an Alicia olsa nasıl davranırdı?’ diye düşünüyorum. Ve kararımı Alicia gibi vermeye çalışıyorum.” Bu kararlar sonucunda ne olacak bilinmez ama şimdilik işleri gayet iyi gidiyor. En azından hâlâ çalışmaya devam ediyor. Diğer yandan dünyada daha kaç insan iş hayatındaki kararlarını Alicia gibi veriyor bilmesem de, Alicia Florrick dördüncü sezonun son bölümünün en son saniyesinde, kendi kararını şu sözlerle verdi: “I’m in.”
Alicia’nın kararı, Lockhart/ Gardner’dan ayrılıp, dostu mu düşmanı mı olduğunu bir türlü çözemediğim, kısık gözleriyle süper seksi görünen Cary Agos’la birlikte yeni bir hukuk firması kurmak oldu: Agos/ Florrick. Ya da büyük ihtimalle Florrick/Agos, çünkü Alicia’nın ilk ismi Cary’ye vermesi son derece düşük bir ihtimal. Yani Alicia, yolunu Lockhart/Gardner’daki ortaklığını bırakıp kendi şirketine geçerek çizmeyi seçti. Cary ve o, artık yeni Will ve Diane olarak yollarına devam edecekler. Tabii yanlarına eski şirketlerinden gelen müşterilerini de alarak.
Sürpriz bir final miydi? Kesinlikle bugüne kadar dizi dünyasında izlediğim en iyi finallerden biriydi. Gerçi dördüncü sezonun son bölümü başlı başına çok iyiydi. Temposu, sürprizleri ve yarattığı şaşkınlık bir saniye bile bitmedi. En son anına; yani “I’m in,” sahnesine kadar, heyecanı bir an olsun elden bırakmadılar. Tüm bölüm, Illinois valiliğine aday olan Peter’ın oylarının kaderini belirleyecek seçim sandığının etrafında şekillendi. (Zaten bölümün adı bu yüzden What’s in the box?)
SEKS SEMBOLÜ MÜ, BABA FİGÜRÜ MÜ?
Alica’nın biraz süper kahraman özelliklerine sahip antipatik oğlu Zach (kızkardeşi dindar Grace’den daha antipatik olmasın), oy verirken bir usulsüzlüğü fark etti ve bunu tabii ki gerekli mercilere bildirmekten kaçınmadı. Sonrası ise bir tarafta Will ve Alicia, diğer tarafta ise en sevdiğim yan karakterlerden biri olan, sürekli doğuran avukat arasında geçen, ama rollerin sürekli değiştiği bir mücadeleye sahne oldu. Aynı bölüm içinde en etkili sahnelerden biri de Will’in Zach’i sorguladığı andı. Will o kadar tatlı ve dozunda yaklaştı ki Zach’e, belki de o an Alicia’nın ilk kez onun bir seks sembolünden öte bir baba figürü olup olamayacağı üzerine düşünmesini sağladı. Tabii kaçınılmaz son gerçekleşti ve yine her zaman olduğu gibi Will ve Alicia bir kez daha içgüdülerine yenik düşerek öpüştüler. Sonrasında Alicia, Peter’ın zafer partisine gitti; orada Peter’ı beklerken bir adamı Will’e benzetti ve neredeyse eski kocasından kaçarak evine döndü.
Orada birine telefon açtı, kendine bir kadeh şarap koydu ve yine dizinin fanatiklerine selam çakan bir detay olarak ‘O Bach parçasını’ dinleyerek çamaşırları katlamaya başladı. Hepimiz artık Will’in gelmesini ve Alicia’yla çılgınlar gibi sevişmesini beklerken, kapıyı çalan kişi Cary’ydi ve Alicia’nın kararı da şirketten ayrılmaktı. Peki ama neden? Neden Alicia, artık Peter’ı ve onun pörsümüş kariyerini boşverip Will’i seçmiyor? Tüm dizinin üzerine kurulu olduğu bu basit matematiği, bu ezeli ‘iki adam, bir kadın’ üçgenini bir türlü çözemiyorum. Bir tarafta kazık kadar iki sevimsiz çocuk yaptığın eski kocan; uçkuruna bir türlü hakim olamayan ve aşırı derecede yaşlanmakta olan Mr. Big var. Diğer tarafta ise hırslı, genç, yakışıklı ve dizinin bölümlerinden birinde bir öğrendiğimiz kadarıyla Chicago’nun en gözde 30 bekarından biri olan, sevişirken dünyayı unuttuğun Laz burunlu Will var. Kimi seçersin? Cevap çok açık değil mi?
Alicia bu kararı veremiyor çünkü maalesef o diziye adını da verdiği gibi bir ‘Good Wife’. Yıllar sonra geri döndüğü kariyeri onun için ne kadar önemliyse, beyaz demokrat gömlek yakalarından ürettiği evi ve ailesi de o kadar önemli. Çocuklarının okuldaki başarısı ne kadar rüyalarına giriyorsa, artık pek bir şey hissetmediğini düşündüğüm Peter’ın politik kariyeri de onu o kadar endişelendiriyor. O, bunun için dünyaya gelmiş. İyi, güçlü ve başarılı olmak için.
KADINLAR BAŞROLDE, ERKEKLER DESTEKÇİ
The Good Wife, kanımca televizyon ekranları için yazılan en güçlü dramalardan biri. Onu üç kelimeyle özetle derseniz, seçeceğim kelimeler şu olur: Beyaz, kadın, demokrat. Bence The Good Wife, TheL World’den sonra ekranlara gelen, başrolünde kadınların olduğu tek büyük drama. En azından ruhen öyle. Dizi tamamen Türk ekranlarında hiç göremediğimiz bir şekilde, güçlü kadınlar ve onların iş dünyasındaki yükselişi üzerine ilerliyor. Erkek oyuncular bu kadın dünyasının destekçileri konumunda.
Oyuncuların performansından da bahsetmek gerek. Julianna Margulies, muhteşem Alicia Florrick portresiyle zaten başrolün hakkını veriyor. Ama dizinin diğer oyuncuları da performanslarının en üst noktasında. Lockhart/Gardner’ın ortağı ve artık yeni sezonla birlikte hakim olacağını düşündüğümüz Diane mesela. Yer aldığı sahnelerin hiçbirinde, Diane’i canlandıran Christine Baranski’den gözlerinizi alamıyorsunuz. Resmen Alicia’dan rol çalıyor. Dördüncü sezondaki stadyum savunmasında birden Fransızca konuşmaya başlayıp, herkesle flörtleşmeye başladığı anı unutmak mümkün mü?
Ve Kalinda: Biseksüel, sert ve gizemli araştırma görevlisi. Dizinin son sezonuna kadar en merak uyandıran ve ilgilenilen karakterdi. Ben kendisini biraz karikatür buluyorum ama varlığına itirazım yok. Kalinda’nın süksesi, şahsen dizi boyunca gerçekleştirilen en büyük dramatik hata olduğunu düşündüğüm kayıp kocasının ortaya çıkması ve aralarındaki garip seksüel ilişkiyi izlememiz oldu. Biraz acele ettiler; bu onun gizemini bitiren nokta oldu. Zaten bundan sonra da bir daha toparlayamadı.
SAFLAR YENİDEN BELİRLENİYOR
The Good Wife’ın yeni sezonuyla birlikte mahkeme sahnelerinin artık daha da renkleneceğinden şüphem yok. Yargıç Diane, farklı koltuklarda Will ve Alicia ve her an bir skandalının daha patlayacağını umduğum senatör Peter... Şirketler ayrılıyor, saflar yeniden belirleniyor. Tüm bu heyecan içinde, beşinci sezonun ilk bölümünün yayınlandığı gün yine bir koltuğa dört kişi sıkışarak ve ‘çok beğendiğimiz yerleri geri alarak izleyeceğimize’ dair birbirimize söz vererek ekran karşısındaki yerimizi aldık.
Beşinci sezon, benim hiç hoşlanmadığım bir şekilde, tam da önceki sezonun bittiği yerden başladı. Şahsen ben atlanmış bir zamanı; o aradaki gereksiz diye düşündüğüm ayrılma, bölüşme kararlarını geçmiş, farklı bir şirketin koridorunda yürüyen Alica’yla başlamayı tercih ederdim. Ama bu işi dizinin yaratıcıları Robert ve Michelle King’den daha iyi bilecek değilim; mutlaka bir düşünceleri vardır bununla ilgili. Zaten bölüm ilerledikçe bu tercihin sebepleri de iyice anlaşıldı.
Enerjisi çok yüksek bir sezon açılışıydı. Her şeyden önce, tüm bölümlerde yer alan mahkeme olaylarından, bu bölüm için Lockhart/Gardner’cıların idam sehpasından birini almaları seçilmişti. Zaten bu ‘death row’ olayı bile, başlı başına izleyicileri diken üstünde oturtmaya yetti.
ARKANDAYIZ ALICIA!
Bunun yanı sıra işlerin Alicia için o kadar kolay olmayacağını da görmüş olduk. O kararını vermiş olsa da, diğer şirkete geçecekler için şartlar o kadar da kesin değil. Herkesin kendi menfaatini koruduğu bu üst düzey hukukçular dünyasında çalışanların hiçbiri, ikramiyelerini almadan ayrılmak istemiyor ve bu da şirkette biraz daha kalmaları anlamına geliyor. Yani Alicia’nın, ortağı olduğu Lockhart/Gardner’a ihanet etmesi ve arkalarından iş çevirmeye başlaması gerek. Dünyanın en iyi insanı olan Alicia da, doğal olarak şimdiden bu ikilemin içine düşmüş durumda. Sanki gitme kararını biraz sorgulamaya başladı gibi geldi bana. Ama sonucu ne olursa olsun, bu Alicia’nın yolu. Ve vereceği kararın arkasındayız.
Dizinin 2009 yılında yayımlanan ilk sezonunda; Peter’ın basın toplantısında mahvolmuş bir Alicia’yla tanıştığımızdan beri, onun kararlarının takipçisiyiz. Yazının başında dediğim gibi, aramızda kararlarını Alicia gibi almaya çalışan insanlar olduğunu düşünürsek, aslında onun The Good Wife’ın son iki sezonu boyunca vereceği kararlar bizlerin de seçimleri olacak.
Tamam mı? Devam mı? Konu Alicia Florick’se eğer, sonuna kadar devam!