Henüz bir lise öğrencisiyken arkadaşlarımla sürekli gittiğimiz ufak bir kafe vardı Denizli’de. Sürekli dediğim de işte okuldan ya da dershaneden vakit kaldıkça. Denizli öyle bir şehirdi, en tembeli bile derslere iştirak ederdi. Adını hatırlamıyorum, zaten ben üniversite için İstanbul’a taşındıktan sonra üç-dört defa isim değiştirmişti. Neyse, bu kafenin bir güzel tarafı vardı, masaların üzerindeki cam tabaka. Altına notlar yazıp sıkıştırabiliyorduk. Yeni gittiğiniz bir yerde bunu yapar ve oraya imza atmak istersiniz ama zaman geçtikçe gerek duymazsınız ya hani, bu öyle değildi. Küçük bir yerdi, geleni gideni de belliydi. Bizim köydü işte. O notları anonim olarak sohbet etmek için kullanır olmuştuk. Eğlenceliydi; bazen çok sert atışmalar, bazen aşk itirafları, ama genelde eğlenceliydi bu diyaloglar. En güzel tarafı zamansız olmasıydı. Yazdığın notun cevabı birkaç hafta sonra gelebiliyordu.
Birkaç gün önce, Twitter üzerinden bir mention aldım. Tanışmadığımız bir kullanıcı dört yıl önce yazdıklarıma cevap vermişti. Ne yazdığımı dahi unutmuşum, konu benim için o kadar geride kalmıştı. Cevap veren beyle birkaç tweet boyunca, konu üzerine sohbet ettik ve konuyla ilgili görüşlerim yine Twitter’ın zamansızlığına geri döndü. Bizim kafe gibiydi, zamansız sohbetlerin yeri. Zaten Twitter da bizim köy değil mi?
Bir şeyler üzerine tartışmaya ihtiyacımız var ve sosyal medya bugün en geniş şekilde bunu yapabilmemizi sağlıyor. Sizin sevdiğiniz konuyu (Benim için bir zamanlar profesyonel güreş böyleydi, kimi için niş diziler ya da sporlar) konuşacak biri o an olmasa da sözünüzü masaya sıkıştırıyorsunuz ve bir gün gelip size cevap verebiliyorlar. Zamansız sohbetler ve tartışmalar güzel bir şey. Ancak bizim insan olarak en büyük ihtiyacımız hâlen konuşmak ve bunun en iyi yolu da aynı zamanda aynı yerde olmak. Fiziksel olarak değil, konu olarak. Ne olursa olsun bir gündeme ayak uydurmak sosyal bir varlık olarak insanın en büyük ihtiyacı. Seçimler ve toplumsal olaylar gibi “önemli” yaşamsal olayları o an hep birlikte konuşup tartışırken pazar fiyatlarını bu derece konuşmama sebebimiz de bir yerde bu. Bir Pazar gününde izlenecek futbol karşılaşmasını seçerken en çok kişinin izleyeceğini tercih etmek de böyle. Dizi tercihlerimiz de böyle. Evet hepimiz kendi zevkimize göre dizi izliyoruz ama en çok kişinin izlediği dizileri izliyor olmanın hazzı ayrı. Lost ve Game Of Thrones bunun dünya çapında nadide örnekleriydi. Ne kadar bozsalar da şikayet etsek de izleyici komününde olma deneyimi değişmedi. Bu yüzden iki dizi de sonuna kadar bütün dünyada izlendi. Yerel çapta bu etkiyi yaratan dizileri de çok sevdik çünkü bir topluluğun parçasıydık. Aşk-ı Memnu bence bu konuda gelmiş geçmiş en iyi örnek. Aşk-ı Memnu gündeminin bir parçası olmak diziyi izlemekten çok daha zevkliydi her zaman.*
Sosyal medya, zamansız sohbetlere ve tartışmalara ortam sağladığı için çok kıymetli olsa da esas faydası gündeme ortak olmamızı kolaylaştırması. Biz aptalların en büyük gündemi televizyonla olan ilişkisi de bu yüzden kıymetli. Annemi hatırlıyorum, bazı dizileri komşusuyla izlerdi. Ben bunu çok daha kolay bir şekilde, fiziksel olarak kimsenin yanında olmadan yapabiliyorum yıllardır. Çok da severek yapıyorum. Tweet atıyorum, hashtaglere tıklıyorum ya da bir whatsapp grubunda o anda yayınlanan bölüm hakkındaki geyikleri okuyorum. Kısa süre öncesine kadar bunun bir eğlence aracı ve vazgeçilebilir bir istek olduğunu sanıyordum. Önce dizi siteleri sonra Netflix başta olmak üzere dijital platformların hayatımıza girmesi derken, izleme deneyimim de zamansız hale gelmişti. O an ne istersem izleyebilmek çok değerli lakin başkalarıyla aynı süreçte aynı yayını izlemek halen çok daha değerli. Askerlik yaptığım altı ayda düzgün yemeklerle birlikte en büyük eksiğim gündemi yakalayamamak olmuştu. Evet, elimde bir akıllı telefon vardı, evet internet erişimim ve içeriği sonsuza yakın bir Netflix hesabım vardı ama şartlar gereği gündeme ortak olamıyordum. Yıllardır bütün dünyayla birlikte izlediğim, izlerken hakkında konuştuğum, yazdığım hatta öncesinde radyo yayınlarına girdiğim Wrestlemania’yı bile yapıldıktan bir hafta sonra ancak izleyebilmiştim. Sorun değildi, neticede izlemiştim ve yine de hakkında konuşacak bir şey bulmuştum. Kazın ayağı öyle değilmiş, bir süre sonra anladım. Bir fırsatını bulup Aşk 101’i yayınlanır yayınlanmaz izlediğim; ardından da Twitter’a ve Ekşi Sözlük’e dalıp bunun gündemine ortak olduğumda tekrar hayata döndüğümü hissetmiştim. Evet, senaryo ve kurgu anlamında rezalet bir ergen dizisi bu etkiyi yaratmıştı. Dizinin senaristinden figüranına herkes benim kıymetlim o günden beri.
Dizi izlemeyi seven insanlar olarak ortak bir keyifte buluşmamız zor. Rastgele on kişiyi çevirip yeni bölümünü en çok merak ettiği diziyi sorsanız 10 tane farklı cevap almanız yüksek ihtimal. Çok daha fazla seçeneğimiz olmasının görece kötü sonuçlarından birisi bu. Bu yüzden bizi bir yerde toplayan televizyon halen çok kıymetli. Aşk-ı Memnu’nun, Muhteşem Yüzyıl’ın, belki bir süre için Çukur’un konuşmayı ve tartışmayı çok seven çok sayıda insanı etrafında toplaması bugün hala yeni bir dizi fragmanı görünce sevinmemin sebebi. Sürekli izleyemeyeceğim kadar ağır olsalar da Kırmızı Oda ve Masumlar Apartmanı’nın gündemine dahil olmayı çok seviyorum. Survivor, O Ses Türkiye ya da Masterchef… Acun Ilıcalı’nın yayınladığı konseptlerin en büyük başarısı bu zaten, gündem yaratmak. Cem Yılmaz ve Christopher Nolan’ın yeni filmlerinin vizyona girmesini çok sevmemin sebebi de bu. Ama televizyon kadar etkili değiller. Yani televizyona, o aptal kutusuna ihtiyacımız var, evet hâla.
MEHMET DİNLER
* Bir dizi izlemeyenin bile hayatına nasıl dokunur?