Bir yılın daha sonuna geldik sevgili Ekranellacılar. Bu yıl festivallerden salonlara, kulislerden yemeklere epey verimli bir yıl geçirdik. Hepsini eski yazılar bölümünden okuyabilirsiniz.
Bir yandan da açık konuşmak gerekirse bu yıl sinema olarak harika bir yıldı. Bir 10 yıl daha bitiyor diye mi bu kadar asılmışlar bilemedim ama bu yılın özellikle son çeyreği bayağı hızlı geçti. O yüzden bu güzide yılımızın özel olarak en iyilerini bir toparlayalım istedim. İzlemediğim filmler de var onları üzülerek değerlendirmeye alamıyorum. Mesela The Lighthouse’u görmeyi çok isterdim ve eğer görseydim bir yerden bu listeye alırdım ama olmadı. Onun dışında kalanlar ise burada.
EN İYİ FİLM:
Parazit: Bu yılın tartışmasız hakkında en çok konuşulan, en kafa açan filmi Boong Joon Ho beyefendiden gelen bu Güney Kore mucizesi oldu. Şahsen ben edindiği tüm bu başarıları yani Altın Palmiye’den, aptal Amerikalılara altyazı okutmayı başarıp senenin en çok iş yapan filmlerinden biri olmasına kadar hepsine aşırı seviniyorum.
Keşke Karl Marx Das Kapital’i yazana kadar oturup Parazit’in senaryosunu yazsaymış çağımız belki biraz daha farklı bir yer olurmuş.
Üç tane üst sınıf kız arkadaşımı mutlaka görün diye zorla sinemaya gönderdim üçü de aşırı gerilip, filmden hiç hoşlanmayarak geri döndü. Biri çocuğuna yapacağı ikinci yaş doğum günü partisini iptal etme kararı aldı. Parazit etkisini her kulvarda gösteriyor, her bünyeye giriyor, hedeflediği bir yer varsa oraya ulaşıyor yani.
Portrait of A Lady on Fire: Bu senenin queer başyapıtı bu oldu. Bir filmde erkeksizliğe doyduk ve bunu bayağı özlemişiz aslında. Bazı filmlerin etkisi hemen anlaşılmıyor. Aradan epey bir zaman geçer sonra bir bakarsınız çok alakasız bir yerde, durup dururken filmden bir sahne gözünüzün önüne geliyor. İlk izlediğimde o kadar bayılmamıştım ama sonradan Alev Almış Kız beni bayağı sardı. Kafası aradan epey zaman geçtikten sonra geldi.
Marriage Story: Bir heteroseksüel ilişkisi tüm dünyayı ancak bu kadar ilgilendirebilirdi. Romantik komediye dair bildiğimiz tüm kalıpları alt üst etmesi sebebiyle ben aşırı sevenlerdenim. Romkom’lar genelde mutlu sonla biter. Burada ise her şey mutlu başlayıp, berbat bir yere doğru ilerliyor. Birbirini gerçekten seven iki insanın boşanma ekonomisinde yok oluşları ve paçozluğu gittikçe yükseltmeleri baya iyiydi ya. Marriage Story hayatında bir kere bile ilişki yaşamış herkesi ilgilendiriyor çünkü öyle ya da böyle bir gün gelir ve tüm ilişkiler biter.
Monos: Monos bittikten sonra bende acayip bir gençlik ve özgürlük duygusu bıraktı. Tüm politik referanslarını da kabul ediyorum. İnce ince işlenmiş sahneleri, son zamanlarda gördüğüm en iyi görüntü, en iyi ses ve bazı sahnelerin nasıl çekildiğini bir türlü anlayamadığım reji’siyle tadı damağımda kaldı diyebilirim.
EN İYİ SAHNE:
Marriage Story kol kesme sahnesi: Psikanalize göre kaza ya da sakarlık diye bir şey yoktur aslında tüm bunlar sizin bilinçaltınızın bir yansımasıdır derler. Marriage Story’de Adam Driver’ın sosyal hizmetler görevlisiyle yemekten sonra kolunu kestiği sahne de tam olarak bunun yansımasıydı bence. Tüm bilinçaltını tek bir yerde ortaya serdi. Rol arkadaşıyla karşılıklı şov yaptıkları, kadını evden çıkarırken kıstırması, kapının kan olması, yerde bayılması, çocuktan saklaması gibi saniyelik hamlelerle mükemmel kurgulanmış, mükemmel oynanmış ve tüyleri diken diken yapan bir bölüm. Hiçbir zaman anlamayacağız, gerçekten mi kesti yoksa kazayla mı?
Marriage Story kavga sahnesi: Tüm filmin hikayesini tek bir sahneye sıkıştırın deseler bu sahne olurdu herhalde. Önce tatlı tatlı ve anlayışla başlayan, sonra adım adım yükselen, en sonunda ‘Geber köpek!’ düzeyine ilerleyen finaliyle tüm diyalog ve tansiyonu harika tutturulmuş, sinemada izlediğimiz en iyi kavga sahnelerinden birine imza atmış Noah Baumbach.
Parazit yağmur sahnesi: Marriage Story’ler olmasa tartışmasız favorim buydu. Filmin hemen hemen tam ortasında gelen ve filmi ikiye bölen yağmur sahnesi galiba benim sinemada gördüğüm en iyi yağmur sahnesi olabilir. O ana kadar herkes yakın plan ve ikili sahnelerde çekilirken yağmurla birlikte kamera geneli çekmeye başlıyor ve tüm oyuncular dev binaların yanında küçücük kalıyor. Müzik de kesiliyor ve sadece yağmur sesiyle birlikte Kore’yi sel basarken aşağı doğru koşan yoksullar, yoksullar…
Portrait of a Lady On Fire parti sahnesi: Filmin orjinal afişindeki eteğin tutuştuğu bu sahnemizde senenin en iyi müziği de kullanılırken kadın kadına bir kutlama mı yapılıyor yoksa bu bir cadı ayini mi bilemiyoruz.
EN İYİ FİNAL:
Portrait of a Lady on Fire: Bu filmin iki finali var ve beni ikisine birden hapsedebilirler. Ama esas finali yani Vivaldi’nin Yaz’ı çalarken gerçekleşen ne kadar güzel, ne kadar tüyler ürpertici, ne kadar acıklı.
Monos: O kadar doğru bir yerde kesmişler ki Monos’u. Tüm o vahşet, doğa, barbarlık ve özgürlük bir helikopterden uzaktan şehrin ışıkları göründüğü anda bitiyor.
EN İYİ FİKİR:
Midsommar: Filme çok bayıldığımı söyleyemem ama bir korku filmini karanlıktan çıkarıp aşırı aydınlığa, cozur cozur güneşe almak çok iyi fikir bence. Sadece bunun için bile sevdim diyebilirim. Bu da aynı zamanda ilişki katili bir filmdi. Buradaki iyiliğe verilen ceza fikrini de epey sevdim. Midsommar geçti bence sınıfı.
Us: Aynı aileden bir tane daha olması ne büyük kabus ve ne kadar iyi bir korku filmi fikri. Keşke film de fikir kadar iyi olsaydı ama en azından bunu buldukları için onları övmek istedim.
EN İYİ TOPLU PERFORMANS:
Hustlers: Bu kategoriyi sırf bu filmin adını bir yerde geçirmek için uydurdum. Ben bu toplu manyaklığı bayağı beğendim. JLO’cuğumuz da epey iyi.
Marriage Story: En iyi toplu performans kategorisi yazıp bunu da anmamak ayıp olur. Tüm cast çok iyi, bir tek çocuk hariç. Bence özellikle o kadar sevimsiz bir çocuk seçilmiş ya da bilemiyorum çocuk olduğu için ben özellikle sevmedim. İnsanın onu ne Los Angeles’a götüresi ne de New York’ta tutası geliyor. Texas’ta terk et, git bak dalgana.
Parazit: Yani bunu da ekleyelim ayıp olmasın bari. Hiçbirini birbirinden ayıramıyorum çünkü çekik gözlüler gibi iğrenç bir ırkçı espri yapayım da site kapatılsın.
EN BOŞ FİLM:
The Irishman: The Irishman’i izleyenlerin sadece yüzde 10’u tek seferde bitirebilmiş. Mutlu azınlığa dahil olamadım maalesef. Yarısına kadar gelebildim ve geldiğim yere kadar olandan da memnundum aslında. Ama sonra bir daha geri dönmek aklıma bile gelmedi. Böyle bir sinema kalmadı bence artık; biraz yaşlı pornosu gibiydi. De Niro, Scorsese, Al Pacino, hadi artık dedeciğim sizler biraz torun sevmeye. Özetle şu an yere göğe koyulamıyor ama bundan bir beş-on sene sonra kimse bu filmi hatırlamayacak. At fav’a bekle.
Joker: Overrated’in babası da buydu. Hiçbir noktasını özel olarak sevdim diyemem ama kötülüğe sürekli bir gerekçe arama çabası beni iyice bezdirdi. Daha az tanıdığım Joker’i daha çok seviyorum. Joaqin Bey de iyi oynamış tebrikler ama iki buçuk saat alan açılmış, her şeyin ona hizmet ettiği filmde babam da oynar. Sonuna kadar Heath Ledger’cıyız.
Once Upon a Time in Hollywood: İzlediğim en kötü Tarantino filmi de 2019’a kısmetmiş. Bir anından bile zevk aldım diyemem. Belki biraz Leonardo Di Caprio’nun oyunculuğunu sevdim. Hele finalinin berbatlığı? Daha önce yapmıştın Tarantino’cuğum bunu. Hitler’i sinemada yakınca güzeldi bu, Sharon Tate’lisi olmadı.
YİĞİT KARAAHMET