Downton Abbey geçtiğimiz Aralık ayında bitti malum, ama ben bir türlü yapamadım, o son Christmas Special bölümünü izleyemedim çünkü ne demek Downton Abbey bitti? En azından mutlu sondu, hatta aşırı mutlu bir sondu. O herkesin aynı anda mutlu olmasının tatlışlığı, sevenlerin kavuşması, Anna ve Bates’in çocuğunun olması, Mrs.Crawley’nin sevdiği adamı çocuklarının elinden kurtarması ne de güzeldi, hiç bitmesindi.
Birinci dünya savaşının eşiğindeki bir İngiliz soylu ailenin ve malikanede çalışan insanların hayatını anlatan bu diziye neden bu kadar aşırı bağlandım diye oturdum epey düşündüm. Gerçi Jane Austen’ın dünyanın en harika yazarı olduğuna inanan bir kimse olduğum için, uzun eteklerle yeşil çimlerde yürüyen İngiliz kızların olaylar gelişirken bir yandan da evlenecek en doğru erkeği aradıkları bir hikayeyi sevmem çok da saçma değil, ama sebep bundan fazlası elbette.
Bir kere Lady Violet var. Yaşayan en İngiliz kadın olduğundan asla şüphe edilemeyecek, snopluğun sözlük karşılığı, kendini aşırı beğenmenin tek bir bakışla mucidi, elitliğin en büyük temsilcisi bu kadın, aynı zamanda doyamadığım bir mizah anlayışına sahip. Kenardan kenardan kurduğu cümlelerinin her birine ayrı bir yazı yazabilirim, o kadar ağır hayranıyım. Bir yandan her türlü değişime direnirken, bir yandan da torununun, aşık olduğu adamın parası olmadığı için onunla evlenmediğini duyunca buna şiddetle karşı çıkacak kadar da – tabii o asla fazla direkt olmayan İngilizliğiyle- değişmiştir yıllar içinde. Sonra ilk başlarda çok hor gördüğü kuzeni Mrs. Crawley’le gün geçtikçe artan samimiyeti, birbirlerini hiç itiraf etmeseler de hayatta tutmaları nasıl izlemeye değerdir, anlatamam. Maggie Smith zaten efsane bir insan, bu role de ondan daha inandırıcı birini düşünemiyorum.
Sonra değişime tanıklık etmenin güzelliği var. Dizi, Titanic’in battığı gün başlıyor ve 1925 civarları bitiyor. Kadınların kısa saçlı olmasının şoku, ata bacaklarını yandan atmak yerine erkek gibi oturmalarının yarattığı kamusal infial, eve ilk plak çaların gelmesi için günlerce düşünülmesi, radyodan Kral’ın sesini ilk duyduklarında hepsinin ayağa kalkması, Downton Abbey maddi bakımdan güçlük çekmeye başlarken, halkın ufaktan kendine gelmeye başlaması, asil sınıfın kendi yaşam tarzlarını sorgulamaya başlaması, bunlar hep üstüne düşünülecek, sonrasında başka izlemelere ve okumalara insanı götürecek çok güzel konular. Edith’in kendi dergisini yönetmesi, editörün sırf kadın diye onunla çalışmak istememesi, onun yerine bir kadın editör almaları bayıldığım bir durum mesela. Downton Abbey izlerken bende hep bir mutlu son hissi oluyor bir de, zira içinde bulunduğumuz tarih itibariyle İngiltere’nin kadın hakları, sosyal adalet, ülke refahı konularında geldiği yeri biliyoruz. “Eskiden ne güzelmiş, bak şimdi ne haldeler,” diye dertlenmemize gerek olmaması, izlemeyi daha da keyifli bir hale getiriyor. Eski bir Türk filmi izlerken, Boğaz’daki sahnelere bakıp “Şimdi oralar hep apartman” demenin acısını yaşatmıyor, izleyip geçiyoruz. Ne rahat.
Soylu ve zenginlerin çok iyi kalpli olmalarıyla da insanın içini ferahlatan bir dizi Downton Abbey. Evin uşağının düğününü illa ki malikanede yapmak isteyen, hamile kalamayan çalışanı pahalı Londra doktoruna götüren, ahçı Miss Patmore’un işlettiği pansiyon fuhuş iftirasıyla gazeteye çıktığında ona destek olmak için toplanıp orada çay içen, hırsızlık yapan çalışana bile bir şans daha veren süper yufka yürekli insanlar. Çalışanlar da onlara çok bağlı. Dışarıda ne olursa olsun, evin bozulmaz bir bütünlüğü ve mutluluğu var o yüzden. İzlerken bize de geçiyor.
Downton Abbey izlemeye yeni başlamış olmak isterdim, ama değilim maalesef. Öyle olan varsa aramızda, kıymetini bilsin. The Telegraph’taki bir yazıda dedikleri gibi, ‘Downton Abbey is what television should be’.