Moralim bozuk olduğunda iki dizi izlerim, biri Friends, diğeri tabii ki Sex and the City’dir. Friends herkesin malumu, ama Sex and the City ile ilgili kalp kıran ithamlar uçuşur arada. ‘Marka kıyafetler giyen dört kadının sürekli seviştikleri adamlardan konuşmaları’ sanılır bazen ya, işte ona dayanamam. Evet, marka kıyafetler giyerler ve bir ayakkabıya 520 dolar vermek onlar için günlük bir eylemdir, ama aynı zamanda bütün parasını ayakkabılara harcadığını farkeden Carrie, kredi almak için bankaya gittiğinde bir dolarlık bir kredi adayı bile olamadığını öğrenir bir bölümde. Evet, seviştikleri erkeklerden konuşurlar sürekli ama, aralarında en duygusuz ve seks dışında bir tasası yok gibi görünen Samantha bile, ilk defa birine ‘erkek arkadaşım’ dediğinde ve bin tane sevişmelerinden sonra onun elini tuttuğunda çok heyecanlanır, çünkü Samantha tam da öyle biridir.
İlk bölümünün yayınlanmasının üzerinden neredeyse 20 yıl geçmesine rağmen, diziyi şu dakika izleseniz, en fazla kıyafetlere demode diyebilirsiniz. Gerçi, Sarah Jessica Parker’ı bir moda ikonu haline getiren Carrie Bradshaw faktörü dikkate alındığında, bu da pek mümkün olmayacaktır bana kalırsa. Carrie’nin giydiği herhangi bir kıyafeti başkası giyse maymun olacakken, onda hiç sırıtmaz. O yüzden, kıyafetlerin de adeta zamansız olduğu söylenebilir. Miranda’nın ayakkabıları bir miktar inkar edilemez evrime uğramış gerçi.
Bir açıdan bakıldığında dertsiz tasasız dört kadının hayatı gibi görünür bu dizi, ama bana kalırsa mesela bir kadının altı yıl boyunca nasıl aynı adamı sevip onu beklediğinin hikayesidir. Her kadının bir Mr.Big’i vardır, lafı klişe gibi gelse de kulağa, tabii ki öyledir ve dünyanın en gerçekçi klişesidir. Sonra o çok havalı adamlara ve saçları her daim şekilli Mr.Big’e inat, dizinin en romantik adamı Steve’in hikayesidir. Miranda gibi kendini hep sert yapmaya koşullamış, o kadar zor bir kadını sıkılmadan sevmesiyle gönüllere taht kurmuş bir barmen öyküsüdür.
Samantha’nın bir rahibi çok yakışıklı bulup kiliseye sürekli yardım götürmesinin olduğu kadar, Samantha kanser olduğunda, Manhattan’ın en ünlü onkoloğundan randevu almak için gece gündüz orada beklerken, doktorun sektererinin Smith Jarrod hayranlığı sayesinde randevuyu kopardığında –çünkü Samantha’nın sevgilisidr o- , beraber bekledikleri rahibe için de randevu almasıdır.
Mr.Big’in Carrie’ye belki farkında bile olmadan çektirdiği onca acının üzerine, gidip genç Natasha ile evlenmesinin üzerine, Carrie’nin, dünyanın en güzel filmi The Way We Were olarak bulmasıdır kendisini. Barbara Streisand’la beraber, kıvırcık saçlı kadınların şu hayatta daima Katie olmakla ödüllendirildiğine/lanetlendiğine inanma sebebimdir belki.
Carrie’nin kızlara, “Belki de biz dördümüz ruh eşiyizdir, ve erkekler de güzel vakit geçirmemiz için varlardır,” diyebilecek kadar iyi anlaşan dört arkadaşın hikayesidir. Bir Mart günü, güzel Trakya’mızın güzide bir ilçesinde bir hastane odasında, Manhattan’da yaşayan ve seks ve ilişkiler hakkında yazarak hayatını kazanan bir kadını düşünmem de bu yüzdendir. Onun, Mr.Big kalp ameliyatı olduğunda hastabakılıcık yaptığı bölümü düşünüp neşelenmem de aynı vesileyledir. Kim ki canım sıkkınken moralimi düzeltir, işte o benim arkadaşımdır. İster Manhattan’da yaşasın, ister gerçek olmasın.