Aşk, senaryoya benzer. Öncelikle, film, dizi konuları doğal olarak hayattan seçildiği ve hayatın ana temalarından biri aşk olduğu için. Varlığında da, yokluğunda da aşk. Mutlu aşk, mutsuz aşk, imkansız aşk, aşk ve pişmanlık, aşk ve gurur… Olaylar uzayda da geçse aşk, ana karakterler vampir de olsa, gene aşk… Aşkın hayatımızdaki yeri senaryolardaki yerini garantiliyor. Diğer yandan, filmler ve diziler de aşk tasavvurumuzu çok etkiliyor. Aşkı hayal etme biçimimizi gerçek hayat deneyimlerinden çok, dinlediğimiz, okuduğumuz ve izlediğimiz aşk hikayelerine borçluyuz aslında. Şarkıda deneni genelleştirirsek, “Ah bu aşk anlatısının gözü kör olsun!”
İnsan komik bir yaratık. Güzel bir yapay çiçeğe “Aa tıpkı gerçek çiçek!”, gerçek çiçeğin kusursuz görünenineyse “Aynı yapma çiçek gibi!” dememize benzer şekilde, yaşadığımız aşkın en güzel anlarını “film gibiydi…”, filmlerde iyi anlatılmış aşkıysa “o kadar gerçekti ki!” gibi sözlerle tanımlıyoruz. Kurmacayla gerçek ve bizim kurmacayı algılayışımızla gerçek hayatı karşılayışımız arasında da karşılıklı, kaçınılmaz bir aşk ilişkisi var…
Aşk senaryoya benzer. Ama Alfred Hitchcock’un dediği gibi, “Drama, sıkıcı kısımları çıkarılmış hayattır.” Gerçek hayat uzun, çok veçheli, kaotiktir. Sadede bir türlü gelinemez, yan olaylar ve karakterler hemen hemen her zaman “esas”ın önüne geçer! Bu yüzden, hikaye edilen aşk, gerçek aşktan çok daha konsantre, derli toplu, ele avuca gelir bir şeydir. Dönüp baktığımızda biz aşka hayatımızda çok özel bir önem atfetsek, geçmişin belli anlarını hep bir aşkın tonu içinde hatırlasak da, gerçek, öyle midir? Zihnimiz bir montaj stüdyosu: Bastırıyoruz, unutuyoruz, hoşumuza giden kısımları efektlerle parlatıyoruz, sahneleri yeniden yazıyor, diyalogları bir elden geçiriyoruz. Hatıralar, kabul edelim oldukça kurmaca şeyler. 100 dakikalık bir filmin sahnelerinin %90’ında aşk önde olabilir. Geriye dönüp düşündüğümüz bir hayatın uzun bir kısmında yine aşk baş köşedeki yerini koruyabilir. On yıla sığmış fırtınalı, gerçek bir aşk hikayesini düşünelim bir de. Öyle kopmalar, savrulmalar olur ki karakterler, mekanlar, gidişat, gerçek hikayenin yarısında neredeyse tümden değişir. Hiç kimse, hiç kimseyi bir filmde, romanda olduğu gibi konsantre biçimde sevemez bir de. Okumaya, izlemeye, yazmaya bayıldığımız en “aşk takıntılı” karakterler bile… Fakat işte, öyle olsun, öyleymiş gibi olsun istiyoruz. Hayatın %90’ının mecburiyetler, sapmalar, angaryalar, anlamsızlıklarla dolu olduğu gerçeğiyle başımız hoş değil. “Rüyalarda buluşma” dahil, uykuda geçirdiğimiz zaman, hatta hayat boyu yediğimiz öğle yemeklerinin toplamı, gerçek hayatımızdaki “aşkla dolu dakikalar”dan fazla. O yüzden kurmaca aşk, gerçek aşktan daha tatmin edici, güzel ve anlamlı. Mutlu sonların sayısı gerçek hayattakinden daha çok, mutsuz sonlarsa en azından sıklıkla daha çarpıcı olduğu için. O ukde kalan “son söz” finale doğru bile olsa söylenebildiği için. “Kötüler” sıklıkla layığını bulduğu, yanlış anlaşılmalar geç de olsa, güç de olsa düzeltilebildiği için. Oyuncular çoğunlukla daha göz kamaştırıcı olduğu, en güzel hallerinde daha sık göründükleri, mekanlar daha iyi seçildiği, fonda anın duygusuna uygun müzikler çaldığı, renkler daha iyi ayarlandığı için… En karanlık ya da en pespayeliğe yatkın janrlarda bile olan biten daha “güzel” görünebildiği için… Ve en önemlisi de, gerçekte müdahale edemediğimiz, avucumuzdan akıp giden şeylere bir müdahale şansı tanıdığı için. Yazarken, oynarken, yönetirken, montajlarken hatta belki sadece izlerken bile aşk hikayesine “daha etkin” katılabilmemiz, düşününce trajikomik değil mi?
Televizyonda işin rengi daha da değişiyor. Masallardan sinema filmlerine tüm anlatılar sonlanırken bölümlere yayılan parçalı yapısı nedeniyle “sonlanmama/kapanmama” ilkesi etrafında kurulu oluşu, televizyon anlatısını diğer anlatılardan ayıran en önemli özelliklerden. Ayrıca önce- sonra ne izlediğimiz ve karşısında, başka kanallarda neler olduğu da yapımların içeriğini ve onları alımlamamızı etkiliyor. Televizyon dizilerinde izlediğimiz aşk hikayesi romanlardan, filmlerden farklı olarak haftalara, aylara, yıllara yayılan bir hikaye oluyor.Friends’teki Rachel ve Ross ikilisinde olduğu gibi mesela, on yıllık bir aşkı biz de on sezonda izleyebiliyoruz; yıllar boyu hayatımızda kalıyor o çift. Fiziki değişikliklerini filmlerde olduğundan daha “gerçek” biçimde görüyoruz. Aynı karakterle yıllar geçirmenin yazar(lar), yönetmen(ler) ve oyuncular açısından da daha doğal bir değişim izleği yaratabildiğini söylemek de mümkün. İzleyici de gördüğü karaktere alışıyor, eksiği, fazlası, kusurlarıyla seviyor onu ve sürüp giden bir hikayede, gelişimine belli ölçülerde katkıda da bulunabiliyor.
Roman karakterlerinin gelişimine müdahale edemeyiz ama romanlar, hayal etmemiz için çok geniş bir alan bırakırlar bize. Filmlerde artık ete kemiğe bürünmüş karakteri “okumamız”, alımlamamız tabii farklılıklar gösterir ama bunun dışında, sonlanmış yapımda ne görüyorsak odur artık. Televizyondaysa izleyici yorumları, çok şahsi olmayıp belli bir ortalamayı yansıtacak kadar “yüksek ses”e eriştiğinde hele, bir karakterin ekrandaki gelişimine belli ölçülerde katkıda bulunabilir. Ciddi yapısal farklılıklar içerse de belki biraz tiyatroda rastlayabildiğimiz türden bir etkileşim söz konusudur yani dizi karakterleriyle izleyici arasında. Tüm bu alışkanlık, sıkı fıkılık ve bu bir yanılsama olsa da onlara “değebilme”, “erişebilme” duygusu, karakterlerle izleyici ilişkisinde benzersiz bir yakınlık olanağı sağlar.
Ele aldığı malzemeyi kullanma, ayrıntı düzeyi, sürdürülebilirlik ve sıklıkla da “sündürülebilirlik”açısından da ciddi bir olanak sunar televizyon dizileri. Bu uzun ve parçalı yapı nedeniyle sevdiğimiz romanların çoğunun mini dizi uyarlamalarını filmlerinden daha tatmin edici buluruz. Romanın hayal gücüne geniş alan bırakan konsantre anlatımına dizi formu, sıklıkla, daha uygun düşer. Tam bir olay ve hikaye öğütücüsü olan diziler, uzadıkça zaman zaman başka bazı karakterlerin ağırlık kazanmasına da, daha çok olanak sağlar. Anna Karenina bir film uyarlaması olduğunda Anna-Vronsky aşkının tadını tam çıkaramayabiliriz sözgelimi. Diziye uyarlandığındaysa gerideki Levin-Kitty aşkının bile her aşamasına tıka basa doymamız mümkün. Hikayeye rahatlıkla yeni birileri de girebilir. İşte bu olanaktan yerli TV’de son yıllardaki edebiyat uyarlamalarında da bolca yararlanıldı. Maalesef her bölümü bir film süresindeki ve planlaması da “gittiği yere kadar” olan dizilerde, eser bazan tümden tanınmaz hale getirilerek de yararlanıldı… Başarılı olanların, eseri ne kadar değiştirirlerse değiştirsinler ana çatışmaya ve eserin ruhuna, tonuna sadık kalabilenler olduğunu düşünüyorum.
Aşk, senaryoya benzer. Çünkü senarist imkansız aşklar için yaratılmıştır. Dört yıl önce yazdığım bir yazıda şöyle demiştim:"(1) “Bir senaryo yazarının ömrü genellikle, dinmek uslanmak bilmez bir romantik aşığınki gibi geçer: Sonuçta ürettiğiniz bir sanat yapıtı değil, gerek ekran gerekse hafıza ömrü sınırlı bir televizyon dizisidir. Yine de seversiniz onu; en şanslı durumda, kendi profesyonelliğinizin doruğuna ulaşacak olsanız bile, sonuçta elinizdeki evet, bir “iş” ama ne de olsa yaratmak için çaba harcadığınız bir hikayedir; içinden insanlar, düşler geçen bir hikâye. Normal olmayan bir sıklıkta ve eşit aralıklarla heyecanlanıp hayal kırıklığına uğramak, yazdığınızın ünlü senarist Jean-Claude Carriere’in dediği gibi “nihayetinde çöpe atılacak” bir tür metin olduğunu unutmaksızın her defasında hayatınızın projesini bulduğunuzu düşünmek, mümkünse dönüp arkaya bakmadan, yolculukta ölen projeleri gömerek ilerlemek. Bu, göründüğünden biraz daha zordur aslında ve bu işi gerçekten sevmekle karışık bir tür aşırı iyimserlik gerektirir…” Burada tabii, görünmez bir gülme işareti var. Bir nevi Cheshire kedisi, her senariste eşlik eden hayali arkadaş.
“Senarist imkansız aşklar için yaratılmıştır” sözü şöyle de değerlendirilebilir: Bir dizi senaryosu yazarken, en cazip aşk, “imkansız aşk”tır. Ne kadar imkansız, o kadar iyi. Temel çatışmanın kesin bir çözüme ulaşması, popüler anlatıda çoğunlukla hikayenin de sonu demektir. Diziler çoğunlukla aşıkların kavuşup-kavuşamamaları gerilimi üzerine kurulduğu ya da Friends örneğinde olduğu gibi, çok karakterli yapılarda bile temel bir aşk hikayesi en azından ciddi bir devamlılık unsuru oluşturduğu için… Bu kavuşup kavuşamama gerilimini, izleyiciyle uzun bir süre iyi bir ilişki kurmayı başarmış Yeşilçam filmleri, bugün bize komik gelen biçimlerde de olsa, çok uzun süre kullandı. Bir yanlış anlamanın hikaye zamanında on sene çözülemediği, söylenmesi gereken o şeyin nedense bir türlü söylenemediği, izleyicinin bilip karakterin asla göremediği… Özetle sündür sündür sündürülebilecek o damarı günümüzün özellikle pembe dizileri halen kullanıyor. O dizileri bazan sinirimiz bozulsa da, benzetme yerindeyse, kendimize pek yakıştıramasak bile içinden bir türlü çıkamadığımız türden bir aşk gibi takip etmeye devam etme nedenimiz de, halen yumağın kediye yaptığı gibi bizi peşinden sürükleyebilen bu çok eski, çok melodramatik alışkanlıklar.
Bu alışkanlıklarla da kalmıyor ama iş, tutmuş bir dizi, vaat edilen öykünün tükendiği noktada eklenen yeni öykülerle sürdürülüyor. Bu konuda akla gelen belki en istisnai başarılı örnek, çözümden ve “kavuşma”dan sonraki aşamada bile yarattığı dünya, karakterler için büyük zevkle izlenebilen Fatmagül’ün Suçu Ne dizisi. Birden fazla öykü çizgisini başarıyla sürdüren, ana kalıbı her sezonda başka görünümler altında, eski ve yeni hikayeler, karakterlerle zekice yeniden uyarlayabilen Downton Abbey de yabancı dizilerden bir örnek. Sadece Mary-Matthew aşkı için izleseydik diziyle işimiz geçen sezon bitmiş olurdu. İyi örnekler, az da olsa var; yine de bu, hikaye, yazar ve yapımcıdan başlayarak bir sürü değişkene bağlı. Bu iyi örneklere güvenerek temel anlatısal stratejileri ihmal etmemekte fayda var.
Aşk, senaryoya benzer. Esasında, yapısal olarak da benzer. Popüler anlatılar bilindiği gibi üç perdelik yapı üzerine kuruludur. Giriş-gelişme-sonuç ya da serim-düğüm-çözüm dediğimiz bölümler. Bu ayrımda kronoloji değil nedensellik esastır. En klasik biçimde ilerleyen olay örgüsünde bile gerçek zamanlı olmamanın getirdiği kesinti, eksiltiler vardır. Zamanla epeyce oynanabilir; bir film, dizi hikayesi (ya da dizi bölümü) baştan sona ilerleyebileceği gibi sondan başa doğru da gidebilir. Hemen akla gelebilecek Memento (Christopher Nolan, 2000) örneğinde olduğu gibi, sekans sekans geriye giderek izleyicinin alıştığı yapıyı alt üst eden, gerçekten zorlayıcı örgülere rastlarız. Ama izleyici ve okurdan en fazla dikkat, çaba talep eden, metnin kendine baktığı üst kurmacasal anlatılar dahil her anlatı, kendi içinde bir serim, düğüm ve final hissi verecek biçimde kurgulanmıştır aslında. Her aşk hikayesi de doğal olarak bir giriş, gelişme, ironik olarak “en iyi” durumda, erken olmayan bir ölümle bile gelse, bir sonuca sahiptir. Yaşadıklarımızı tabii biz en iyi, sondan başa doğru anlamlandırabiliyoruz. Sıkıcı kısımlarını attığımızda, pek çok aşkın izlenebilir yanı, popüler deyişle, “gideri” var. Bazı aşk hikayesi bizimkilere benzediği için, bazısı da hiç benzemediği için ilgimizi çekiyor. Calvino’nun tüm hikayeler için dediği gibi “yeni olmayanda yeniyi, yenide yeni olmayan”ı arıyoruz. Hayattaki tüm hikayeler için geçerli bunlar, ama galiba içine en iyi yerleşebildiğimiz, “yazarı” da, “yaşayanı” da, “izleyen/okuyan/dinleyen”i de olmaya en hevesli olduğumuz hikaye, aşk hikayesi. O yüzden, aşk hikayesi, herhangi bir türde, daha çok satar, çok…
1) Canım Ailemin İmkansız Aşklardan Memnuniyeti ya da Bir Senarist Olarak Ömr-ü Hayatım” Birikim Dergisi, 256-257, 2010, s. 77-83.