2000’li yılların başı, ortalık ‘milenyum’ diye yıkılıyor, ikibinli yıllar farklı olacak sanılıyor, ben liseye gidiyorum, milenyumun bir farkını göremiyor; okuldan çıktıktan sonra doğru eve dönüp, bilgisayar oyunları oynamayı seviyorum.
Bursa soğuk, mevsimlerden kış, aylardan Ramazan. Lisede olmama rağmen, gurbete okumaya gitmiş gibi bir halim var, evde genelde yalnız kalıyorum. Salonun ortasına bilgisayar masamı koymuş, monitörün yanına da ufacık televizyonu yerleştirmiş; bir yandan oyun oynarken, bir yandan da televizyon seyrediyor, aldığım radyasyon miktarıyla çok da ilgilenmiyorum.
İşte o günlerin birinde, yine televizyon kanallarında bir şey bulamadığım için hızla kanal değiştirirken, TRT’de durdum. Neden TRT’de durdum, hatırlamıyorum, o sırada kanalda yayınlanan dizide duyduğum bir diyalog, bir laf, bir espri nedeniyle belki, hatırlamıyorum. Ama kanal karlıydı, onu hatırlıyorum. Anteniyle oynadım, az da olsa düzeldi. Ve o haliyle izlemeye başladığım Şaşıfelek Çıkmazı’nı o kadar sevdim ki; dizi için bilgisayar masamı düzgün bir antenin bağlı olduğu oturma odasına taşıdım. Dizi ilk finalini yapana kadar TRT’nin her akşam yayınladığı tekrar bölümleri, hiç kaçırmadan izledim.
Şaşıfelek Çıkmazı, TRT’nin özel televizyonların karşısında iyiden iyiye yok sayılmaya başladığı bir dönemde sessizce yayınlanmaya başlamış ancak artan izleyici kitlesine rağmen, 38. bölümde bitirilmiş bir diziydi. Tekrarları sayesinde, benim gibi, onlarca izleyici daha kazanınca dizi 2002 yılında tekrar yayınlanmaya başlamıştı. Ancak TRT dizinin kendi içinde final yapmasına izin vermeyerek diziyi ikinci ve son defa sonlandırmıştı.
Diziyi o kadar güzel yapan neydi, bunun mutlak bir cevabı yoktur elbette. İlk bakışta sıradan bir mahalle dizisi bile sayılabilir. Biraz samimi, biraz özenli. Sadece bu yeter mi bir diziyi güzel yapmaya? Mahinur Ergun’un hem yazıp, hem yönettiği ilk dizilerden biri olması mıdır etken? Ya da benim nazarımda efsane sayılan oyuncu kadrosu mudur? (Derya Alabora, Fikret Kuşkan, Cem Davran, Füsun Demirel, Hakan Tanfer, Ayhan Kavas, Mahperi Mertoğlu, Nurettin Şen, Suzan Aksoy, Aysun Metiner ve Dilaver Uyanık dizinin kemik kadrosuydu). Yoksa doğru zamanda, doğru insanların, doğru hikayeyle buluşması mıydı? Belki de hepsiydi.
Şimdi geriye dönüp, diziyi tekrar izleyince aslında diziyi bu kadar iyi ve benim nazarımda güzel yapan asli unsurun samimiyet olduğunu görebiliyorum. Zira dizinin hikayesi sorunlu başlıyor. Belli ki TRT’yle 13 bölüm olarak anlaşılmış ve o 13 bölüm; kocası vefat eden Aysel (Derya Alabora) ile kocasından dayak yediği için ondan kaçıp yıllar sonra mahallesine geri dönen İnci’nin (Zuhal Gencer) mahallede kadın başlarına ayakta kalma mücadelesi esas alınarak yazılmış.
Zaten ilk 13 bölümde genel olarak Aysel ve İnci’nin iş kurmaya çalışmalarını, aileleri ve çocuklarıyla mücadelerini ve elbette aşklarını; Aysel’in mahallenin öğretmeni Ali Rıza’yla; İnci’nin de Aysel’in abisi Hasan’la yaşadığı aşklarını görüyoruz.
Ancak sonrasında, yani dizi yeni 13 bölümlük siparişler alıp, devam ettikçe bu ana hikayeden sapma görünüyor, Aysel ve İnci’nin ayakta kalma çabalarından çok, mahalledeki diğer insanlara daha çok eğilen bir dizi izlemeye başlıyoruz.
Ve bana kalırsa, dizinin bu hali çok daha keyifli oluyor zira dizinin esas yıldızları yan karakterleri, yan hikayeleridir. Aysel ve Ali Rıza’nın aşkındansa Cesur-Seda-Ceyda aşk üçgenini izlemek, İnci ve Hasan’ın aşkındansa Feru’nun ümitsiz aşklarını izlemek, Kasap Alim’in çıldırmalarını, Murat’ın düzenbazlıklarını izlemek çok daha keyifli gelmiştir bana.
İlk 13 bölümden sonra dizi yavaş yavaş kabuk değiştirmeye başlamış; ilk olarak Betül Arım diziye dahil olmuş, Aysel’in babası Kemal Bey’le aşk yaşamaya başlamış, diziye bir anne figürü olarak katılmıştır.
İkinci 13’te o mahalleye çok da uygun olmayan bir zengin figürü olarak Hilmi Bey (Selçuk Yöntem) diziye girmiş, kendisinin antipatikliğini konağındaki yardımcısı Ayşe Hanım (Ülkü Ülker) az da olsa gidermiştir. Bu dönem de dizinin hikayesi yavaş yavaş değişmeye başlamıştır. Mahalledeki birçok karakterin bir anda Hilmi Bey’in evine pansiyoner olarak taşınmasıyla dizi ufak bir pansiyon dizisine bile evrilmeye başlamıştır.
Üçüncü 13’te Ali Erkazan’ın diziye Kasap Alim’in dünürü olarak girmesiyle, dizinin hikayesi genişlik kazanmış ancak yine bu dönemde Mehmet Esen’in kadroya Hilmi Bey’in oğlu Mehmet olarak girip, dizinin açık ara en itici karakteri olması; Cem Davran’ın diziden çıkmasıyla Hasan karakterinin unutulması; Ali Rıza Hoca’nın aslında mahalleye roman yazmaya gelen bir yazar çıkması gibi abukluklar yaşanmış derken Derya Alabora – Lale Mansur ve Fikret Kuşkan – Ruhi Sarı değişikliğinde çekilen son üç-dört bölümle dizi TRT’de ilk finalini 38. Bölüm sonunda yapmıştır.
Mahinur Ergun’un hem yazıp, hem yönettiği bir dizi olarak başlamış olan Şaşıfelek Çıkmazı; TRT’deki ikinci seferine bu sefer Çağan Irmak yönetmenliğinde başlamıştır.
Dizinin bu, ikinci sezonu diyebileceğimiz ikinci başlangıcında, ilk sezon sonunda yaşanan gariplikler toparlanmış, Hilmi Bey diziden ayrılmış, herkes evine dönmüş, dizi tam anlamıyla yeniden başlamıştır. Derya Alabora ve Fikret Kuşkan rollerine dönerken, dizi en büyük kaybını Murat rolündeki Hakan Tanfer’le yaşamıştır. Hakan Tanfer diziden ayrılırken yerine Veysel Diker gelmiş, Murat karakteri sevimli düzenbaz bir karakterden, adi bir sahtekara evrilmiştir. Ayrıca diziye bu ikinci sezonunda Hasibe Eren de katıldı ancak Hakan Tanfer’in çıkması nedeniyle Sıdıka dizisindeki ana kadroyu bu dizide bir arada hiç göremedik.
Ayrıca diziye bu ikinci sezonda Hasibe Eren’le beraber Tanju Tuncel, Mehmet Gürhan, Gürhan Elmalıoğlu gibi isimler katılmış, dizi bu yeni sezonuna iddialı başlamak arzusunda olduğunu göstermiştir. Bir de tabii, ‘yakışıklı jön’ kontenjanından Tamer Karadağlı’yı unutmamamız lazım. Daha Çocuklar Duymasın çekilmemişken, yani Türkiye’nin büyük çoğunluğu Tamer Karadağlı’na kıl değilken, diziye giren Karadağlı kendisinden beklenen patlamayı yapamıyor, dizideki tek işlevi Aysel’i kendine aşık edip, Aysel’in iyice dengesizleşmesine yol açması oluyordu.
Bu sezonun ilk bölümünde tüm olayların adeta sihirli bir değnek değmişçesine değiştiğini göstermesi adına sanırım diziye bir de Kubilay Tuncer ‘Sihirbaz Kubi’ karakteriyle katılıyor ancak iki-üç bölüm sonra ‘Kubi’ kendini yok ediyor, bir daha kendisinden haber alınamıyordu.
Ve bu ikinci sezonda artık hikaye İnci ve Aysel’in ekseninden epey bir çıkıyor, Cesur’la Ceyda’nın evlenmesi, Seda’nın evlenmesi, Kasap Alim’le Sucu Kazım’ın dünür olması, onların hep beraber ocakbaşı açmaları, Cesur’la Feru’nun çay ocağı açmaları gibi yan hikayeler dizinin asıl tadını vererek devam ediyordu. Ve benim aklımda kaldığı kadarıyla Cesur’un daha yeni evliyken, bir başka kadına aşık olduğu bölümde de TRT diziyi bitiriyordu.
Dizinin güzelliği samimiyetiydi dedim, bunu biraz açmak istiyorum. Şu anda çekilen dizilerle bir karşılaştırma yapacak olursam; Şaşıfelek Çıkmazı’ndaki mekanları gözümün önüne getirdiğimde daha ‘gerçek’ bir mahalle görüyorum. Gerçekten kastım, yaşayan, Üsküdar’ın ara sokaklarında biraz dolaşsam sanki karşıma çıkacakmış gibi hissettiğim bir mahalle. Ancak sonrasında çekilen ‘mahalle dizilerinde’ bu hissi alamamaya başladım. Gerçek mekanlarda çekilmesi değil sorunum, yeni çekilen dizilerin o gerçeklik hissini verememesi. Belki biraz teknolojik bir sorun, şu anda HD çekilen bir mahalle dizisine hakim olan o teknolojik, cafcaflı renkler bize o samimiyeti vermiyor. Mahalle dediğin, biraz puslu olmalı, biraz pis, bakımsız olmalı gibi geliyor. Bu yüzden belki de yeni çekilen diziler genelde konaklarda çekiliyor, yüksek çözünürlüğe uygun mekanlar seçiliyor diziler için.
Ya da bu sadece benim hüsnü kuruntum.
Şu an aslında Üsküdar’ın ara sokaklarında bile böylesine bir mahalle kalmadı. Dizi devam ediyor olsaydı Feru’nun bir kahve zincirinde barista olarak, Cesur’un bir pizzacı zincirinde motorsikletli kurye olarak, Aysel ve İnci’nin de plazalarda çalışacağı, Murat’ın büyük ihtimal köşeyi dönmüş olacağı bir dünya düzeninde mahalle samimiyeti aramak belki de fazla zorlama.
Ancak nostaljiyi sevdiğim için bu diziyi seviyorum bir ihtimal; hatta mahalle dizileri bu yüzden hâlâ seviliyor belki de. Çok katlı, fazla güvenlikli sitelerde eskiye duyduğumuz özlemden ötürü mahalle dizilerini seviyoruz; çocuklarımızın komşunun çocuklarına senelerce aşık kalamayacağını bildiğimizden bu bize romantik geliyor. Hamile kalınca karnındaki çocuğa mahallesini gezdirecek biri yok artık ya da bahçede kutlama yaparken komşunun kızları yanımıza gelmeyecek, komşularımız camdan bizi izlerken dans etmeyecekler; evden kaçan kadınların sığınacakları bir Saadet’leri, erkeklerin akıl danışacakları bir Kemal Baba’ları yok artık.
Mahinur Ergun yıllar önce Ranini’ye verdiği röportajda, Fikret Kuşkan’la bir araya geldikleri zamanlar, diziyi devam ettirmek üstüne konuştuklarından bahsediyor. Cesur’un Ceyda’dan boşandığını, Cesur’un hayatının ne olacağı üzerine konuşurlarmış. Ancak bu rüya bile hemen realiteyle bozuluyor, “O kadroyu bir araya getirecek bir dizi bütçesini sağlamak şu anda mümkün değil,” diyor Ergun.
Zaten bu realiteler bizi bozmasın diye artık daha az hayal kuruyoruz ya, seneler önce izlediğimiz güzel dizilerdeki, güzel replikler bizi mutlu ediyor, o da bizi avutuyor.
“Sen benim sol böğrümdeki yara izi misin Alim? Hava bozunca sızlamaya başlıyorsun.”
OBEN REGGİO
Not: Ve iki yıl sonra bir tahe daha Şaşıfelek Çıkmazı yazısı geldi. Zeynep Gönenli imzalı.