Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Normal people: Normalin zarafeti

‘Bir edebiyat eserinin uyarlanmış hali iyi midir yoksa yazılı versiyonu tartışmasız her zaman önde midir?’ sorusunun cevabı, her iki türü de severek ve merakla takip eden birisi olarak her zaman ilgimi çeken bir konu. Sırf nasıl uyarlanmış diye romanları okuduğum ya da filmleri izlediğim oluyor (Bkz: Aşk-ı Memnu podcast’lerim).

Genel olarak yazılı versiyonu tercih ediyorum diyebilirim. Çünkü bir kitabı görsel olarak düşünmek ve o dünyayı kendim yaratmak, hayal gücümü daha çok zorluyor ve eğer bu eseri çok iyi bir yazardan okuyorsam o dünyayı kendi kafa sesimle oluştırmak bana daha zevkli geliyor. Ayrıca bir edebiyat eserinde kahramanları da kendi kafa sesi ve düşünceleriyle takip edebiliyoruz ki bu da bir şekilde kitabı daha iyi anlamamızı sağlıyor bence. 

Edebiyat eserleri ve uyarlamaları üzerinden örnekler verirsem daha rahat açıklayabilirim belki. Andre Aciman’ın Call Me By Your Name’inin romanının önce film uyarlamasını izledim sonra kitabını okudum. Filmine bayılırım, bence çok güzel ama sonra yazılı halini okuduğumda ise kitabın filmden çok daha iyi olduğuna karar verdim. Filmi tartışırım ama kitabı için kavga ederim. Film her ne kadar iyi çekilmiş, harika bir cast tarafından oynanmış olsa da kitap aynı hikayeyi çok daha samimi ve içten bir yerden hissettiriyordu. Bunun sebebi de bence kitabı bizim Elio’nun perspektifinden ve düşüncelerinden okumamızdı. Bir aşkın önce yokluğunu, sonra varlığını ve sonra da bitimini kahramanın kafasından geçenlerden takip etmek yazılı versiyonu fersah fersah ileriye taşıyordu. 

Bir başka örnek olarak da Talented Mr. Ripley’i örnek gösterebilirim. Yazarı Patricia Highsmith benim en sevdiğim yazarlardan biridir, ilk üçüme çok rahat alırım ve aşağı yukarı neredeyse tüm kitaplarını okudum diyebilirim. Anthony Minghella’nın 1999’da gösterime giren ve Jude Law, Matt Damon, Gwyneth Paltrow’lu filmi ise en sevdiğim on filmden biridir. Hatta filmi o kadar severim ki hiçbir şey üstüne çıkamaz diye kitabı okumamıştım bile. Mr. Ripley benim için Mingella’nın Ripley’iydi. 

Çok uzun bir zaman boyunca en sevdiğim yazarın en önemli serisini hatta en önemli karakterini okuma gereği duymadım. Sonra geçtiğimiz yaz Can Yayınları bana Ripley serisinin tamamını gönderdi ve ben okumaya hiç gerek duymadığım Yetenekli Bay Ripley’i yani Ripley serisinin ilk kitabını okudum. 

Ve şok edici gerçek yüzüme çarptı. 

Harika bir kitap. Tüm Ripley efsanesinin nasıl oluştuğunu daha ilk satırından anlatıyor ve tabii ki kitabı benim için öne geçiren kafa sesi meselesi burada da başrolde. Biz Ripley’in dünyasını ancak onun düşüncelerini izleyerek tam olarak anlayabiliyoruz. Serinin ilk kitabında Ripley’i ilk gördüğümüz yerde yani ilk satırlarda Ripley New York sokaklarında koşarak birinden kaçar. Öncesi sonrası yok, birinden kaçıyor, peşinde kim olduğunu bilmediğimiz bir adam var ve Tom Ripley bir yandan koşarken bir yandan da onu nasıl öldüreceğini düşünüyor. Bu Ripley’in sosyopat dünyasına girmek ve beş kitaplık seriyi başlatmak için harika bir açılış bence. Film ise jenerik müziğinde Tom Ripley’i gösterip onu bir partide Habil ve Kabil’in şarkısını yani Lullaby for Cain’i çalarken gösterir. Bu da film için bizi hazırlayan çok iyi bir fikir bir yandan da…  

Bu kıyaslamayı yaptığım son örnek ise yakın zamanda Hulu’da yayınlanan Normal People dizisi oldu. Burada ise kitabı daha önce okudum. Hatta karantina dönemimde tek okuyup bitirebildiğim kitap Normal People oldu bir yandan. Ve kitabı çok beğendim. “Harika bir ruhu var, hepimize ait bir hikayeyi anlatıyor,” dedirtti bana. 

İki ‘normal’, heteroseksüelin, Dublin’de geçen ve 91’li bir kız olan Sally Rooney tarafından yazılmış hikayesi bana kendimden bir şey buldurtmayı başardı. Güzel edebiyat çok seviyorum gerçekten. Hem çağımız için çok demode bir sanat dalı olarak buluyorum, bir yandan da iyi yazılmış bir şey okuduğumda hala çok etkileniyorum. 

Sonra dizisinin yapıldığını öğrendim ve dizi kitabı bitirmemin hemen bir hafta sonrasında yayına girdi. “Kim bilir nasıl bok ettiler acaba?” diye düşünerek başladığım diziyi ise aşırı beğenerek bitirdim ve sakin bir kafada tekrar izlemek istiyorum.

Bir şeyin hem romanı hem de uyarlaması ancak bu kadar güzel olabilir bence. Üstelik bir dizi uyarlaması bu, film olsa yine bir şekilde bunun başarısına kendimi ikna edebilirim ama televizyon için yapılmış bir şeyin bu kadar başarılı olabilmesini hazmediyorum galiba. Normal People bir uyarlamanın nasıl yapılacağını göstermek için bir ders gibi. Temposu neredeyse kitabın temposunun aynısı. Kitabı okurken yaşadığım kafa hızını, 12 bölümlük dizinin tamamına nasıl yedirebilmişler anlayamıyorum. Ve kitaptaki tüm olayları kullanıyorlar. Zaten çok az büyük aksiyon var ve diziye de neredeyse ekstra sahne yazmamışlar gibi. O ‘kendimden bir şey bulma’ meselesini diziyi izlerken de yaşadım. Cinsel ya da coğrafya olarak hiçbir ortak özelliğim bulunmayan iki kişiyle benzer bir paralel evrende kesiştiğimi hissediyorum. Normallik kavramını acayip antipatik bulmama rağmen bu normal insanlarla hayattaki temel bir kaç duyguda kaybolmak, özlemek, birisini istemek ve eline her geçtiğinde kaybedeceğini bilmek üzere eşleştiğimi düşünüyorum. Neredeyse tüm projeninin ikisi üstüne kurulduğu oyuncuların ve müthiş dengeli, minimal bir rejinin başarısı bu sanırım.

Normal People’la eş zamanlı olarak hayatımıza giren bir de bizden bir gençlik dizisi var gündemimizde. Aşk: 101. Ona da düştüm, çıtır çıtır giden bir iş yapmışlar açık ara bu zamana kadar dijital ortamda yayınlanan en iyi Türk işi şey olmuş diyebilirim. Gençlik izlemek iyi geldi. Ölüyor muyum, elbette hayır. Yaratıcısı Meriç Acemi’nin burada çıkan bir röportajını okudum “Kendi izlemek istediğim ve benden bir hikaye yarattım” diye anlatıyordu özetle Aşk: 101’i. 

İşte Aşk: 101’de olmayan şey Normal People’da fazlasıyla vardı ve o şeyin adı da normallik. Sally Rooney herkes gibi insanlar yaratıp, onların çok  da büyük olmayan ama aynı zamanda aslında herkesin hikayesi kadar da büyük olan bir şey yaratmayı becermiş. Bir zarafetleri var Dublin’li gençlerin. Hepimiz gibiler, hikayeleri herkesinkine benziyor. Anaları babaları, arkadaşları, öğretmenleri normal insanlar. Normal tepkiler veriyorlar, normal bir şekilde sinirleniyorlar, normal ağlıyorlar. 

Aşk: 101’de yaratılan evren ise bir fantezi hem de tuhaf bir fantezi düzeyinde kalıyor. Herkes çok büyük oynuyor, çok problemli, serseri çocuk aşırı serseri, mutsuz kız çok mutsuz… Aşk: 101’deki çocuklarla aynı coğrafyayı paylaştığıma dair hiç bir his geçmedi bana. Güzel ve her şeyden bol miktarda konulmuş bir aşırı şekerli pasta gibi Aşk: 101

Normal People ise bir yudum su gibi. Dünyanın her yerinde evrensel bir tat, aroması çok az oynuyor…

Normal People şu ana kadar senenin en iyi ve özel işi. Kitabını da okumanızı tavsiye ederim. O ritmi ve dünyayı nasıl kurduklarını paralel olarak takip etmek bir uyarlamanın sihrini iyice ortaya çıkaracaktır. Şiddetle tavsiye ediyorum. 

YİĞİT KARAAHMET



YORUMLAR




DİĞER HABERLER