Merhabalar… Yiğit Dedeniz şimdi size biraz anılarını anlatacak.
Six Feet Under’ı ekranların siyah beyaz dönemi sayılabilecek, kağnı ve fayton yılları diyebileceğimiz bir zamanda izlemiştim. Şimdiki dizi alışkanlıklarımızın tamamen dışında, Milenyal kuşağın anlayamayacağı yıllardı. O zamanlar dizileri bölümleri her hafta bekleye bekleye izlerdik. Düşünürseniz eğer bizim kuşağımız Kaynanalar’ı da böyle izledi The Simpsons’ı da.
Six Feet Under o dönem için bir mucize sayacağımız Cnbc-e’de yayınlanıyordu. Dublaj korkunçluğuna maruz kalmadığımız tek yer bu kanalımızdı. Gündüzleri ekonomi haberleri yayınlanırdı, hatta eski bir broker kolim bu kanala bir kere konuk olmuştu. Sonra ekonomi biter diziler başlardı. Cnbc-e’yi yakın zamana hatırlatacak şey belki de yılbaşı gecesi tam 12’de yayınladıkları Victoria’s Secret defilesi diyebilirim. Abazan ergenler online mı? O yıllarda da bir şeyi bekleyerek izlemeye pek tahammülüm yokmuş aslında. Ya da bir tür kafa basmama sorunu olabilir bu, o şekilde dizi izlediğimde tam olarak ne olduğunu anlayamıyormuşum bir türlü.
Six Feet Under’ın da DVD setlerini almıştım. Tabii ki korsan. O yıllar korsan DVD ve korsan bir şey izlemenin etiğinin tartışıldığı yıllardı da aynı zamanda. Beşiktaş’ta Sinan Paşa Pasajı’nın üst katı boydan boya korsan DVD dükkanlarıyla doluydu. Klasiklerden en son filmlere, mevcut tüm dizilerin sezonlarından konserlerden şovlara kadar her şeyi bulabilirdik. Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama kendimi takdir etmek için yine de hatırlatayım, Sinan Paşa Pasajı’nın o DVD’ci katından da bir kolim vardı. Çok güzel yıllarmış. Kolime istediğim filmlerin siparişini verirdim ya da beni aramadığında sanki onu beklediğim film gelmiş mi diye sormak için arardım sonra da o filmleri getirirdi. Parasını veriyor muydum hatırlamıyorum ama salak olduğum için kesin veriyorumdur. Ama mutlaka bir tanesini bedavaya alıyorumdur; salak olabilirim ama pazarlıkçılığım da yıllar içinde epey ilerledi.
Ama Six Feet Under’ın tüm sezonlarını DVD setlerini Sinan Paşa Pasajı’ndan değil Nişantaşı’ndaki bir pasajdan almıştım. Orada da bir kolim vardı dermişim ve bu yazı böyle gidermiş… Hayır, orada bir kolim yoktu Nişantaşı’ndaki korsan DVD’cimle gayet resmi bir ilişki içindeydim. Sonraki birkaç yıl içinde DVD biriktirmenin anlamsızlığı iyice belirgin oldu ve tüm DVD’lerim başıma dert olmaya başladı. Ve zamanla hepsi sezon sezon azalmaya başladı ve sanırım beşinci evimden altıncı evime taşınırken de tamamen yok oldu, evrene hediye ettiğim dijital çöplüğün bir parçası olarak bilinmezde kayboldu. İyi de oldu aslında. Yakın gelecek ‘attıkça hafifleyin’ dönemi diyebileceğimiz detox yılları olacaktı ve o fazlalıklardan kurtulma zamanlarında onları oradan oraya taşımak epey zorlaşacaktı. Şimdi düşünüyorum da DVD oynatıcıma ne oldu acaba? Sanırım az önce bahsettiğim kolilerden birisi onu çaldı ama şu an artık onun peşine düşmek için epey geç kalmış sayılırım.
Herkes gibi benim için de özel bir diziydi Six Feet Under. İzleyip de sevmeyen olduğunu sanmıyorum. Los Angeles’ta cenaze evi işleten bir ailenin birbirleriyle ilişkilerini anlatan bu diziyi ilk izlediğimde aile içinde kurulan ilişkilerin karanlığı ve bir o kadar da normalliği yüzünden sevdiğimi hatırlıyorum. En büyük özelliklerinden biri her bölümün başında, jenerik öncesi o bölüm gömülecek kişinin nasıl öldüğünü gösteren bir kısa intro yayınlamalarıydı. Kimisi kaza, kimisi doğal yollarla ölen; kimi öldükten günlerce sonra bulunan kimisi ise sadece bir beden parçasıyla son törene hazırlanan bir sürü ölü. Birilerinin ailesi, birilerinin arkadaşları, birilerinin sevdikleri… Bir zamanlar aramızda, hemen yanı başımızda olan ama artık başka bir boyuta geçen tanıdıklarımız, arkadaşlarımız, sevgililerimiz… O zaman da felsefik olarak çok derin bulurdum Six Feet Under’ı, aradan geçen bu kadar zaman sonra da hala öyle buluyorum.
Bu hissimin sağlamasını yapma fırsatı bulduğum için bu kadar net konuşuyorum bir yandan. Çünkü yeni yıla girmeden önce nostaljik şeyleri yeniden izleme projelerim kapsamında Six Feet Under’ı tekrar izledim. O yıllarda sezonları bitirdikten sonra içimde kalan tuhaf tadıyla bu ölü gömücüleri bir tarafa bırakmıştım ama son birkaç yıldır tekrar izlemeye dair bir istek vardı içimde. Yeni yıldan önce de bu isteği gerçekleştirmeye karar verdim. Üstelik bu sefer diziyi yeni izleme alışkanlıklarımızı uygulayarak izledim. Yani hiç ara vermeden, tüm sezonları peş peşe…
Şimdi düşündüğümde, yılbaşından önce yaşadığım melankoliyle minör depresyon arasındaki o ruh halimin sebeplerinden biri de Six Feet Under’dı bence. Yeni yıl biraz zor geldi bana dostlar. Yeni yaşım, yeni yıl, yeni ekonomik krizler, yeni parasızlık algısı ve yeniden Six Feet Under beni biraz dibe çaktı. Peki aradan geçen bu kadar zamandan sonra dizi bende nasıl bir etki bıraktı?
Beni depresyona soktu daha nasıl bir etki bıraksın. İlk sezonu için eh işte diyebilirim, bence şovun yaratıcıları da bu sezonu tam olarak toparlayamamışlar. Ama sonra işe dört elle sarılmışlar ve harikulade fikirlerle bezemişler bu ölüm çukurunu. Dizinin özellikle ikinci ve üçüncü sezonu şahane, diğerlerini de zaten iki şahane sezonun ardından derin bir bağlılıkla izlemeye devam ediyorsunuz. Son sezon az sonra bahsedeceğim gözyaşlarının delice aktığı bir periyot. Diziye dair değişen pek çok hissim olduğu gibi hala aynı bulduğum ve bende aynı etkiyi yaratan şeyler de oldu. Mesela Brenda ve Nate ilişkisi… Beş sezona yayılan bu ilişki ve Nate-Brenda ikilisi, bu zamana kadar izlediğimiz pek çok şey arasında en etkileyici ve acısıyla tatlısıyla, tüm karanlığıyla bu zamana kadar en doğru yazılmış çiftlerden biri bence.
Aşk kavramının uzak olduğu bol kolili o yıllarda da iyilerdi, şimdi neredeyse tüm arkadaşlarımın evlendiği, asla doğurmaz dediklerimin doğurduğu bu yıllarda da tüm iniş çıkışlarıyla hala ilk zamanlardaki gibi çalışmaya devam ediyor Nate-Brenda. O dönemde ikisi için “Bunlar gibi zekice kavga edebileceğim bir sevgili istiyorum,” dediğimi hatırladım, aradan geçen o kadar zamandan sonra hala bunu beklediğimi fark ettim. Bir ilişkinin en etkileyici şeyinin tartışmaların düzeyi ve kalitesi olması çok iyi değil mi? Kaç kişi sevgilisiyle tam da istediği gibi kavga edebiliyor? Yoksa aslında modern çağ kavgaları biraz pasif agresiflik şovu mu sadece?
Çünkü bence hiçbir zaman bir ilişkide aslında tam haklı ya da tam doğru olmuyor. Aslında herkes kendine göre haklı ve kendine göre doğru, çünkü aslında herkes eşsiz, biricik ve tek başına bir birey. Nereden bakarsak bakalım o bireyin doğrusu yine onun doğrusu ve bu doğru değişmiyor. Bir ilişkide bunu karşı tarafa ispatlayacağın tek şey de kendini çok iyi ifade edebilmek sadece. Belki de ilişkinin güzelliği de iki tarafın bu kavga ve ispat alanını birbirine açabilmesi. Nate ve Brenda ilişkisinde ikisi de ama özellikle Brenda kendini ifade etmek konusunda çok iyiler. Bu ilişkinin geldiği noktada sonuna kadar Brenda’cı olduğumu söylemeliyim. Ve en son nokta olarak gerçekten Nate’in narsist, aşağılık, birini sevmeyi sadece kendini daha iyi hissetmek için becerebildiği ve o sevgiyi aldığı anda ondan bıktığı küçük bir pislik olduğu fikriyle noktalıyorum.
Bir de değişen hislerim var tabii Six Feet Under’a karşı. Bir zamanlar, ölüm fikrinin bizden asırlar kadar uzak olduğunu sandığımız o yıllarda Six Feet Under’a bakışımla şimdiki zamanda artık başka bir periyota girdiğim bu yaşlarda, ailemden, arkadaşlarımdan sevdiklerimden birilerini kaybettiğim ve kayıp kavramıyla yüzleştiğim bu yıllardan bakınca her şey bir yandan da çok farklı. Ölüm, ölmek, hastalanmak, yalnız kalmak, kendine bakamamak, artık genç olmamak, artık başkalarının genç olması bizim hayatlarımızda bir mevzu haline gelmiş durumda.
Şöyle ki Nate’in dizinin son sezonunda öldüğü yaştayım öyle diyeyim. O yüzden tüm ana dramanın Nate’in ölmesi üzerine kurulduğu bu dizide ilk seferinde Nate öldüğünde hissettiğim şeylerle şu anda izlediğimde Nate öldüğünde hissettiğim şeyler asla aynı şey değil. Belki de bu yüzden yeniden izleme seansım sırasında Nate’in öldüğü bölüme geldiğimde katıla katıla ağladım. Kendime inanamadım gerçekten. Nate’in öleceğini biliyordum, diziyi daha önce izledim ama o sahne geldiğinde ve cenaze töreni düzenlendiğinde kendimi tutamadım. Çünkü artık o yaştayım ve bu yaşta ölmek nasıl bir şey az çok tahmin edebiliyorum. O yaşlarımda şimdiki yaşım çok uzaktı ve bu yaştaki insanlar yaşlıydı benim için. Şimdi ise aslında bunun genç bir yaş olduğunu anlıyorum. Her ölümün yaş kaç olursa olsun birileri için erken olduğunu biliyorum.
Six Feet Under’ı izlemeyenlere televizyonda yayınlanan en felsefik, en derin ve en tuhaf şovu kaçırdıkları için üzülüyorum biraz ve yol yakınken bunu yakalasınlar diyorum. İzleyenler için de tekrar izleyin diye bir şey söyleyemem. Ben kendimi yaktım, siz bilirsiniz. Ama izlerseniz eğer geçmişten gelen bir hayaletle yüzleşeceğinize emin olabilirsiniz. Garip bir hayalet bu, Casper kadar sevimli değil. Bildik bir hayalet, uzaklardan bir pencereden bakan çok tanıdık birisi gibi, sanki siz gibi, gençliğiniz gibi…
YİĞİT KARAAHMET