“Hayat sana limon veriyorsa yanında tekila ve tuz iste” sözünü çok seviyorum. Bunun yerli versiyonu olan “Hayat sana limon veriyorsa limonata yap” o kadar iyi değil. İnsanlar limon kadar lezzetli bir şey varken neden o şekerli şeyi istesin anlamıyorum çünkü. Neyse, konumuz bu değil. Konumuz, yerli dizilerden istediklerimizi alabilmek. Yerli dizilerimizin genel kalitesizliği, senaryo problemleri, süre nedeniyle afakanlar bastırması, fanı olan yetersiz başroller gibi sorunlar hepimizin malûmu. Yine de birçok diziden istediğimiz bir şeyleri alabiliyoruz. Bu bazen sinerjisi tutan iki yan karakter oluyor, bazense sırf dalga geçmek için izlenen ahlakçı ve yandaş sahneler. Bugün en büyük derdim Menajerimi Ara’nın başlangıçta bana vaat ettiklerini vermediği gibi, aradan çıkardığım izlenebilir kısmını da son hızla kaybetmesi. Elimizde limon var ama vergiler arttığından dolayı ülkeye tekila sokamıyoruz. En azından bir bardak su verin de izlerken yükselen tansiyonumuz düşsün.
Menajerimi Ara’nın haberi düştüğünde sevinmiş, ilk fragmanlarıyla birlikte de bayağı yükselmiştim dizi için. Uzun zaman sonra bana uygun bir eğlencelik çıkacak gibiydi ülkem televizyonunda. Elbette Call My Agent’ın aynısını beklemek abesle iştigal olacaktı. Eşcinsel karakterler olmayacaktı, bunun için yazılmış hikâyeler başka şekillere sokulacaktı. Çok ucundan kıyısından da olsa yanlışlıkla girilen bir ensest ilişkiye yer verilmeyecekti çünkü biz çok ahlaklı bir toplumuz. (Yazar burada ellerini kafasının iki yanına getirip ikişer parmakla tırnak işareti yapıyor.) Bunları beklemeyecek kadar uzun süredir Yeni Türkiye’de yaşıyorum ben. Yine de Call My Agent’taki bazı durumları beklemek kaçınılmazdı. Dizinin ağır temposunun içine çok iyi yedirilmiş dinamizm; doğru konuk ünlü seçimleriyle hikâyeleri yürütme ve zamanın artmasıyla birlikte gelişimleri daha iyi aktarılan karakterler gibi. Call My Agent’ı kaliteli bir dizi haline getiren buydu zaten. Menajerimi Ara’nın bunların hiçbirini vermediği gibi, verme potansiyelinden giderek uzaklaştığını söylemek çok üzücü.
Tempo problemi ve uygun konuk seçimi birlikte yürüyen kısımlar. İlk bölümden itibaren süren bir sorun bu. Onca Kore dizisinin tempo problemi olmadan uyarlandığı bir sektörde, Fransız orijinalden uyarlanmış bir işin bu kadar sorun yaşamasını beklemezdim şahsen. Ama daha ilk bölümden itibaren konuk seçimleri o kadar kötüydü ki diziye dinamizm kazandıracak konuk sahneleri bunu hemen hiç yapamadı. Poz atmaktan kendini bile canlandıramayacak hale gelmiş Tuba Büyüküstün’le başlayan süreç çok az isim dışında hiç ileriye taşınmadı. Eğlenceli sahneler oldu ama hikâyeye hiçbir şey katmadılar. Dizinin ana kadrosundaki oyuncuların eski dizilerindeki rol arkadaşlarıyla ufak sahneleri gibi bir şirinlik beklentimiz vardı; Çağatay Ulusoy’la Barış Falay’ı karşı karşıya getirmeye bile erindikleri için o da kaynadı. Tamam elde sadece limon varken Long Island beklemek abes ona katılıyorum. Neticede konuk oyuncuların sahnelerinden kısa öykülerinin diziye katkısı olmayınca (Boran Kuzum ve Gökçe Bahadır’ın olduğu kısımlara sevgimi belirtmeden geçemeyeceğim bu duruma bir istisna olmasalar da) tempo görevi ana karakterimiz olan Dicle’ye düştü. Jeneriğe bakarsak dört menajer ana karakterler gibi görünüyor olabilir ama alakaları bile yok. Zira Menajerimi Ara’nın esas hikâyesi bir oyuncu ajansının sahibinin ölmesiyle yaşanan çalkantılar değil, taşralı bir kızın gelip o ajansı fethetmesi. Call My Agent’tan en çok bu noktada ayrılıyor zaten dizi, temeline hikâyeyi değil karakterleri alıyor. Hikâyenin karakterleri bir yere götürmesine izin vermiyor, karakterler bir şeyler yapıyorlar ve hikayeyi ilerletiyorlar. Tabii o karakterlerin aşk hayatına ihtiyacımız oluyor, çünkü bu zorunlu. Karakterlerin amaçları sadece dillerinde kalıyor. Neticede bugünlerde bir yerli diziden ne bekliyorsanız onu veriyor. Limonata yapabilirseniz ne mutlu.
Bu kadar karakter odaklı bir dizinin en büyük sorununun karakterler olması diğer bütün sorunların ötesine geçiyor. Call My Agent çok fazla iyi karaktere sahipti. Andrea ve Camille başta olmak üzere; Noemie, Arlette ve Sofia ya güçlü ya da giderek güçlenen kadın karakterlerdi. Sırtını AB’ye dayamaya çalışan bir dizinin bu kadın karakterleri uyarlarken ortaya ya güçsüz ya da karikatürize güçleri olan karakterler çıkarması gerçekten üzüntü verici. Bu Türk seyircisine hitap etme ya da kanaldan onay almayla alakalı değil. Sürekli eşleştirildiği saçma erkeklerin saçma hareketlerine uyum sağlayan Dicle’yi ve Feris’i kim niye izlemek istesin? Eşcinsel karakter uyarlamayı bir türlü beceremediğiniz için Herve karikatürü yaptığınız Emrah’ı geçiyorum; hırsı ve Mathias’a hayranlığı dışında müthiş yetenekli bir asistan olan Noemie’yi alıp karikatür bir kötü olan Gülin’e çevirmek ne kazandırdı diziye? Ayşenil Şamlıoğlu gibi bir ustaya hangi duyguyu neden yaşadığını asla anlayamadığımız Peride’yi oynatırken içiniz acımıyor mu?
Hadi bunların hepsi tercih. Diziyi sadece Dicle’nin yaşadıkları üzerine kurup kalan hikâyeleri ve karakterleri buna göre dizayn edebilirsiniz. Çünkü Türk seyircisinin bunu istediğine inanmışsınızdır. Öyleyse de keşke yaşadığınız ülkeye dair biraz fikriniz olsa. O Dicle’nin yanına yazdığınız karakterlerin romantik davranışlarının bu ülkede neye tekabül ettiğini bir anlasanız. Barış’ın sırf yanında kalsın diye kişisel hizmetçiliğini yapmasını teklif ettiğinde Dicle’nin “Al o teklifi bir tarafına sok” dememesinin hitap ettiğiniz seyircide nasıl bir duygu yarattığını bilseniz. Emir’in hiçbir sebep belirtmeden ev adresini zorla söylettiği Dicle, hitap ettiğiniz Türk seyircilerden biri olsa başına ne gelebilirdi bu durumdan dolayı farkına varsanız. Barış’ın şöhret yüzünden yaşadığı bunalımların acısını sürekli Dicle’den çıkarmasının romantik bir hikâye değil de eril şiddet olduğunu görseniz. Emir’in ortaya parasını koyarak Dicle’nin evini kurtarmasıyla; kendisine “vermediği” için bir kadını plazanın tepesinden aşağı atan zengin çocuklarının mahkemedeki savunmalarının arasındaki bağı anlasanız. Onlarca kadının, sırf bir erkeği reddettiği için öldüğü bir ülkede yaşarken hâla aynı metinler. Yıl olmuş 2020.
Madem Türk seyircisine hitap etmek için başarılı olmuş bir hikâyeyi alıp canına okuma hakkını kendinizde buluyorsunuz o zaman biraz tutarlı olup o seyircinin hayatına uygun bir şeyler yapın. Güçlü kadın karakterlerden korkmayın. Nasıl ki gerçek dünyada bizi güçlü kadınlar kurtaracaksa sizin dizilerinizi de cesaret edip yazacağınız güçlü kadın karakterler kurtaracak.
MEHMET DİNLER