Bu ülkede sanki çok şahane işler başarılıyormuş; çok müthiş, acayip samimi filmler yapılıyormuş GİBİ--
Kırk yılda bir, iyi işler ortaya çıkınca, yalınlığı ve direktliğiyle bizi afallatan bir film yapılınca, bir nevi görmezden gelinmesine--
Ya da burnundan kıl aldırmayan (ne burunsa!) bir takım duygu ve beğeni engelli “elleştirmenlerce” baştan savma 4-5 satırla, yasak savarcasına haklarında bir şeyler çiziktirilip kısmetlerinin kapatılmasına--
Dayanamadığım için yazıyorum!
Son yıllarda izlediğim en şahane iki (Türk) filmiydi zira Kusursuzlar ve Mavi Dalga.
Belki de ben, yalnızca kadın filmleri seyredip, kadın kitapları okumak istiyorum.
“Kadın varsa, hikaye vardır,” diyen Claude Chabrol’la aynı dalgaboyunda debeleniyorum.
Ama errrkek sinemacılarımızın kadına karton kadın, sözümona canlanıp “hayata” geçtiği anlarda da melun, hain, zarar ziyan, uğursuz kadın muamelesinden başka bir “payeyi” (öldür Allah) layık görmediği/göremediği Kadın Düşmanı Sinemamız’dan illallah dedim! Açıkçası.
Son yıllarda içimde kartopulanmış tüm bu sıkıntı, bezdirici/bezdiren sinemamızdaki Hakiki Kadın Yoksunluğundan da, bunca sevinç, heyecan, beğeniyle karşıladım BU iki filmi. Bilemiyorum. Bu hislerimi de, yabana atacak değilim yani.
Niye atayım ki?
Emine Yıldırım’ın yazıp (bundan sonra senaryosunu yazacağı tüm filmlere koşmak isterim!) Ramin Matin’in yönettiği (bundan sonra çekeceği tüm filmlere coşmak isterim!) Kusursuzlar, kolaya kaçmak olacak ama, kız kardeş rekabeti üstüne kusursuz bir filmdi. Erkek şiddeti üstüne de.
Esra Bezen Bilgin ile İpek Türktan’ın oyunculuğunu NE kadar övsem, yetersiz kalır.
Acayip yetkin bir oyunculuk sergiliyorlar filmde. İnsanın resmen hem ağzı açık kalıyor yetenekleri karşısında, hem de başında ne kadar şapkası varsa çıkartası geliyor.
Yan komşuları Kerim’le çıktıkları Azap Yemeğinde birbirlerine laf sokuşturmaları, çok sıradan, “normal” görüntüsü içindeki konuşmaları esnasında “esasında” kanın gövdeyi götürmesi filan; müthişti.
Bir kere “sanat” filmlerimizden soğutma büyüsü işlevi gören farbelalar, fırfırlar, dantelalar, kartonpiyer ve oyma kakma çalışmaları, her türlü yapmacıklıklar/gereksiz cacıklıklar BU filmde YOKLAR! YOKTU--LAR.
Yalnızca gereken-ler, gerektiği kadar var Kusursuzlar’da. Ve de bu hususiyet, bizim sinemamızda az bulunurdan da öte, bulunmayan/bulunamayan bir özellik.
Film süresince Lale’nin anneannesinin giysileri içinde kadınlığını/gençliğini iptal etmek istercesine dolaşması olsun, Yasemin’in bir plaj kabinine (dar) attığı turisti resmen ve alenen düzüp fırlatması olsun, müthişti!
Hemen akabinde plajda kaçınılmaz olarak rastladığı Bilmemkim Teyze’nin karşısında birden “aile kızı” kesilivermesi de!
İkisinin birbirinin tam tersi iki kadın görüntüsünün arkasında ve önünde, bir çeşit yin yang, ancak birlikte olunca tamamlanan ve anlamlı bir bütüne erişen iki hırpalanmış ama şahane şahsiyet olma halleri de, öyle.
Sanat yönetimi de müthişti filmin, Barış Diri’nin eseri olan müzikleri de.
Hele plaj müziği olarak Barış Diri’nin üşenmeden/etmeden (muhtemelen orijinalleri gibi çabucak) besteleyip bizlere armağan ettiği Best-Seller parçası şa-ha-neydi!
Bu kadar tedirgin edici bir “gerilim” filminde mizah anlayışı yoksunluğu çekmememiz de, filmin fevkalade beklenmedik hoş yanlarından biriydi.
Çeşme’deki yazlık ev, Çeşme’deki yazlık evler NASIL olursa, öyleydi.
Anneanne evleri nasılsa, yine aynen...
Doktor bir ana babanın, biri doktor, diğeri eczacı olan kızları Lale’yle Yasemin de (görünürde) öyleydiler. New York’ta yaşamış olanın bez Strand torbasından itibaren...
İstanbul’da avukatlık yapmak yerine Alaçatı’da bar işleten efendi ve iyi insan Kerim, nasıl olursa buralarda/olması gerekiyorsa, öyleydi.
Bunları sayıp döküyorum, zira sanat filmlerimizde olsun, dibine kadar ticari filmlerimizde olsun, memleket filmlerimizde hiçbir şey olması gerektiği ya da hakikatte olduğu gibi değil de; Finli ya da Lübnanlı ya da hem Şizofren hem Marslı bir yönetmenin “gördüğü” (sanrıladığı, daha doğrusu) üzre oluyor.
Bu yapmacıklık/cacıklık da insana “Burası NERESİ? Bunlar KİM?” hissinden başka bir şey yaşatmıyor. Yaşatamıyor.
Ait olmadığınız bir suniliğin içinde, yalnız tanıdığınız insanlara dair değil,
İNSANA dair hiçbir şey bulmadan/bulamadan (gayretkeş yönetmenin pseudo-dünyası haricinde) kalakalıyorsunuz yani.
Kusursuzlar’ın en büyük fazileti; tam da bu topraklara ait/yalnız buralarda olabilecek duyguları, durumları, bize gayet nüanslı ve düşündürücü bir öykünün içine “kusursuzca” yedirerek sunması, sunabilmesi!
E, bu da az buz bir başarı değil takdir edersiniz ki!
Mavi Dalga’yla devam edeceğiz.