"İlk sezonun bitiminden bu yana on üç ay geçmiştir. Kopenhag sahil güvenliği bir yük gemisinin Oresund Köprüsü’ne çarpmak üzere tam yol ilerlediği ihbarını alır. Tüm telsiz çağrıları cevapsız kalır ve gemi ancak köprünün ayaklarına çarpınca durur. Polis güverteye çıktığında mürettebattan kimse yoktur. Depoda zincirlerle bağlanmış ve bilinci kapalı beş genç insan bulunur. Bu hayalet geminin Oresund köprüsünde son bulan rotasının nasıl başladığı ve beş kişiyi depoya kimin nasıl niçin bağladığını bulmak Malmö şehri polis dedektifi Saga Noren ve Kopenhag emniyetinde görevli polis Martin Rohde’nin vazifesi olacaktır." İskandinav polisiyesi tutkunlarının ilk sezondaki 10 bölümünü hayranlık ve huşu ile seyrettiği dizisinin ikinci sezonu böyle açılıyor. Geçen sezon olduğu gibi hikaye gene İsveç ve Danimarka’yı birleştiren köprüde başlıyor. Jenerikte kasvetli bir erkek sesi adlı şarkıyı söylerken kamera, tekinsiz bağlantı yollarını andıran Oresund Köprüsü boyunca ilerliyor. Jenerik karanlıkta sona erdiğinde köprü, kuzey denizlerinin soğuk-gri açıklarında kaybolup hiçbir yere varamayan uzun ince bir şose hissi veriyor.
Diziye ismini veren, sekiz kilometreye yakın uzunluğuyla Avrupa’nın en büyük demir ve karayolu köprüsü olan bu yapı aslında bir mühendislik harikası. Fakat ne başlangıçta ne de dizinin daha sonraki hiçbir anında ihtişamını fark edemiyoruz. ‘Nordic Noir’in gri filtresi İskandinav şehirlerinin gözalıcı peyzaj ve mimarisini ekrana yansıtırken bile seyirciye görkem ya da duygulanma payı bırakmıyor.
Son yıllarda Forbrydelsen (Killing) ve Wallander gibi örnekleriyle polisiye dizide çığır açan Nordic Noir akımının son temsilcisi Bron/Broen. Sosyal motifli seri cinayetlerle başlayıp karmaşık bir kişisel intikam destanına dönüşen ilk sezon aslında mantıklı bir finalle sona ermiş ve izleyiciye hikayenin devamına dair bir umut ya da ipucu verilmemişti. Bu sebeple minik bir hayal kırıklığı payı bırakarak seyretmeye başladığım ikinci sezon, yeni ve son derece ahenkli hikaye örgüsüyle ilkinden hiç de geri kalmıyor.
Bu sezon olay örgüsünün başlangıcı bir grup çevre duyarlığını abartmış genç insanın örgütlü ve oldukça dikkat çekici eylemleri. Cinayet ve patlama gibi çok ciddi suçların altında yatan motivasyonun çevreci kaygılar olması bir senaryo zayıflığı gibi görünse de İskandinav ülkelerinde bu tür eylemlere bahane etmek için fazla seçenek olmadığı da bir gerçek. Zaten daha üçüncü bölümde olayların arkasında çok daha hesaplı, kötücül ve muktedir bir güç olduğu hissettiriliyor.
İlk sezonda şöyle bir dokunulan göçmen sorunu gibi bu sezon da çevre ve hayvan hakları sorunları gündeme getiriliyor. Burada hafiften bir günah çıkarma payı olsa da anlatıcı bir an bile kaderci çizgisinden sapmıyor ve taraf tutmuyor. İyi ve kötü arasındaki çizgi kutup çizgisine yaklaştıkça daralan ve grileşen kuzey semalarında kayboluyor.
Güçlü ve gizemli bir başlangıçtan sonra sezonun ilk iki bölümünde hikaye oldukça yavaş ve dağınık ilerliyor. Saga ve Martin kürk hayvanı maskeleri takan suçluları bulmaya çalışırken esas olay örgüsüyle henüz ilgisi olmayan insanların günlük hayat kesitlerine şahit olmak başta biraz yorucu gerçekten. Sekreter olarak da çalışan genç öğrenci kız, onun ilişkide olduğu öğretmeni, iki orta yaşlı kızkardeş ve hem esrarlı hem düz adam görünüşlü bir koca, yaşı geçkin bir jigolo, okulda yaşıtları tarafından dışlanan bir ergen çocuk ve ölümcül hastalığa yakalanmış zengin ve güçlü bir kadın... Senaryonun hiç acelesi yok; ileride büyük ihtimalle talihsiz bir kavşakta buluşturacağı sıradan insanların başta basit ve günlük mutluluklar edinmesine müsaade ediyor. Hiçbir telaşa ve heyecana yer bırakmadan anlatılan öykü üçüncü bölümle birlikte yerli yerine oturuyor.
Karakteri ilk sezonda Saga Noren imgesini tamamlamak için senaryoya eklenmiş hissi verecek kadar etrafı ve kendisiyle barışık komiserimiz Martin Rohde’yi ikinci sezonun ilk bölümlerinde biraz tutuk buluyoruz. Oğlunun ölümünden sonra başladığı ve henüz pek de faydasını göremediği terapiye devam ediyor. Eşi Mette’yle boşanmamış olsa da ayrı yaşıyor. İlk sezon İskandinav coğrafyasından birisi için fazlasıyla hayat dolu görünüşü henüz üstesinden gelemediği acı ve öfkeyle hızla yaşlanmış. Bütün bunlara rağmen hayata dönmek için mücadele ediyor. Oğlunun kaybından beri geçen on üç ayda bir kez bile kendisini aramayan Saga ile yeniden çalışma fırsatına dört elle sarılıyor.
Olay örgüsü ilerledikçe Martin’in yüzündeki öfkeli ifade de yumuşuyor. Sanki o da, biz izleyiciyle beraber hikayenin büyüsüne kapılıp kendi kişisel sorunlarından uzaklaşıyor. Terapinin son aşamasında kendi isteğiyle oğlunun katili ve hapisteki eski ortağı Jens’le görüşmeye başlamasına anlam veremesek de ilk sezonun usta suç tasarımcısı-intikam savaşcısı kötü adamı Jens’e bu defa başka bir rol biçildiğini seziyoruz.
Gelelim ilk sezon hepimizin kalbini çalan buzlar kraliçesi amirimiz Saga Noren’e. İsveç polisinde komiserlik makamı olmasa da O bizim gönüllerimizin komiseri. Empati, sempati ve manipülasyon özürlü tavrıyla bu sezon da soğuk, ısrarlı ve sistemli biçimde işini yapmaya devam ediyor. Dürüst, samimi ve anlayışlı pozlar takınmaya çalışmıyor. Asperger sendromu sayesinde bu tür sosyal zorunluluklardan ve maskelerden azade, hem de elinden başka türlüsü gelmiyor. İlk bölümden öğreniyoruz ki Saga’nın artık beraber yaşadığı bir erkek var. Bu son derece vasat görünüşlü, kendi halindeki kumral oğlanı sarışın kahramanımıza pek yakıştıramasak da istikrarlı bir ilişkiyi sürdürmek için Saga’nın gösterdiği çabayı takdir ediyoruz. İlişki konulu kitaplar okuyor, Martin’den sevgilisine nasıl davranması gerektiğine dair tavsiyeler alıyor. Ve bunları ekseriyetle yanlış tatbik ediyor. Buna rağmen sevgilisi olan çocuk da biz seyirciler gibi ona bir an bile kızamıyor: Çünkü o, başka bir gezegenden henüz gelmişcesine sahici ve her türlü kusuru affettirecek kadar da güzel. Saga’nın makyajla örtmeyi hiç aklına getirmediği, dudağını yaran meçhul çizgiler bile herkeste olması gereken ama ondan başka herkesin mahrum bırakıldığı bir yara izi kadar hakiki gözüküyor. Uzun paltosuyla, deri çizmeleriyle ve yüzünde asılı kalmış sabit bir soru işaretiyle, kaderine acele eden bir savaşçı Viking prensesi misali dalgalanarak yürüyor. Kararlılık ve sabırla işini yaparken dizideki diğer karakterleri ve bizleri de peşinde sürüklüyor. Hikaye derinleştikçe izleyiciye Saga’nın geçmişine ve intihar eden kızkardeşine dair bir takım sırlar vaad ediliyor.
İkinci sezon kritiğini yapma niyetiyle başladığım yazının ilan-ı aşk imalı bir methiyeye dönüştüğünün farkındayım. Ortadoğu coğrafyasında yaşayan bir Türk olarak tabii ki aklımda deli ve lüzumsuz sorular: Dünyanın en müreffeh ve sosyal eşitlikçi bölgesi İskandinavya’dan nasıl bu kadar iç karartıcı ve sürükleyici hikayeler çıkıyor? Rahat mı batıyor, bu hikayelerin yaratıcıları nerede yaşadıklarının farkında değiller mi? Kulağa oldukça mantıklı gelen bu amiyane suallerin diziye kapılıp gidince çok yersiz kaldığını itiraf ediyorum.
Bron/Broen kuzey polisiyelerinin en iyi örneklerinden. Basit, gerçekçi, soğuk ve keskin bir stil. Hiçbir metafora tenezzül etmeyen bir kurgu.
Olay örgüsünde birçok sosyal soruna dokunsa da duyarlık teşhiriyle fiyakalı mesajlar vermeye çalışmıyor. Seyircinin hoşuna gitmek için karakterleri cilalamak gibi bir çabaya girmiyor. Bilakis, anlatıcının kayıtsız, soğukkanlı, rahat fakat düşünceli tavrı izleyiciyi avucunun içine alıyor ve hikayenin peşinden koşmaya zorluyor. Galiba bu sebeple senaryoda ilk sezonda olduğu gibi bir takım boşluklar olsa da inandırıcılık ve sahicilik kaygısının esamesi okunmuyor.
Son olarak kısaca benim gibi bir çok kişiyi kuzey polisiyelerinin bağımlısı yapan şeyin formülü: Hikaye kendinden başka hiçbir şey vaat etmiyor ve sözünü hep tutuyor. Daha ne istenebilir ki?