Gezi, bilinen bir medya içeriği. Yalnızca televizyon ve reklamlar bakımından değil, gazeteler, dergiler, internette de öyle. İzleyiciler dünyanın çeşitli yerlerindeki malları ve hizmetleri satın alarak tüketebileceklerini biliyor.
Bu yazı son on yıldır ülkemiz ekranlarında yayınlanan gezi programlarına odaklanıyor. TRT’de Nuray Yılmaz’ın sunduğu
Gezelim Görelim, Barış Manço’nun
7den 77’ye ilk gezi programlarından. Ancak artık gezi programlarının yaklaşımı bir zamanlar devlet televizyonunda gösterilenlerin eğitici hatta didaktik tarzından çok farklı. Gördüğüm kadarıyla son on yılın gezi programlarının olayı bir tür turizm ve medya tüketim kültürü. Gezi programları belgesel, eğlence-yaşam tarzı ve reklam arasında bir yerde konumlandırılıyor. Gidilen yerin doğasını, yaşantısını, kültürünü, sanatını anlatmaktan çok bir paket turun tanıtımı gibi.
Gelelim görsel haz durumuna, gezi programlarında kameranın uçsuz bucaksız peyzajlarda pan yapması, gidilen yerlerde karakteristik resimler yakalaması, tıpkı hareket eden bir trenin camından dışarı bakmak gibi, farklı bir gerçeklik yaratıyor. Bu programların kendine göre bir estetiği var, müzik destekli görüntüler, grafik kullanımın azlığı, V/O ya da konuşma olmadan akan görüntüler gibi. Kamera çoğu zaman seyahat eden kişinin perspektifini göstermek için kullanılıyor; örneğin uçağın camından ya da manzaraya bakarak ya da bazen daha da geniş bir bakış açısı göstermek için dünya yüzeyine bakmak gibi. Haritalar ise çoğunlukla seyahat güzergâhını göstermek amacıyla kullanılıyor. Böylece biz koltuk yolcuları oturduğumuz yerden, tepeden egemen bir bakışla seyahati yönetebiliyoruz.
Gezgin, dünyayı tanımaya çalışırken aslında kendini tanır, keşfetmek ve anlamak çabası içindedir. Hâlbuki gezi programlarında dert sanki en iyi kare fotoğrafı alabilmek, eve götürülebilecek, instagramdan facebooktan paylaşılabilecek bir görüntü yakalamak. Yalnızca parası olanın belirlenmiş bir program dahilinde çeşitli yerlere uğrayıp vazifesini yerine getirmesi. İnsanın parçası olmadığı bir yere ister istemez tepeden ve uzaktan bakması, kimi zaman yargılayıcı bir dil ve estetik kullanması da şaşırtıcı değil.
Ağırlıklı olarak haftasonu 11:00- 15:00 arasında ya da yazın her gün gündüz kuşağında gösterilen gezi programları kahvaltımızı bitirmiş kahvelerimizi yudumlarken, bizleri dünyayla tanıştırıyor. Peki bu programlar jeneriklerinde, tanıtımlarında iddia ettikleri gibi gezginler mi? Yoksa bizi daha çok bir yerleri keşfetmeye hatta fethetmeye giden bir tür savaşçı / maceracı/ ganimetçi olarak mı konumluyorlar? Acaba dünyayı anlamaktan çok turist bakışıyla, oradan alabileceğini koparıp bir tür tüketici iletişimi yapıyor olabilirler mi?
Gülhan’ın Galaksi Rehberi
2007-2013 yılları arasında TV8’de yayınlanan Gülhan’ın Galaksi Rehberi bir turizm bürosunun tanıtım filmi gibi tamamiyle tüketime yönelik. Gülhan tıpkı bir rehber gibi ne kadar bahşiş bırakılacağı, nerelere gidileceği, gece yaşamı, atraksiyonlar ile ilgili bir sürü bilgi veriyor. Şu anda gösterilen gezi programlarına kıyasla daha batılı ilgileri olan, bununla birlikte yüzeysel bir program.
Gülhan Şen, yetişkin bir kadın olmasına rağmen, kıyafetleri, konuşması, yüzeysel yaklaşımı, mikrofonundaki peluş ayıcığıyla tura katılmış, outletlerde gezen bir cadde kızı havasında. Sonsuz bir neşe içinde, danslar ediyor, yılanları alıp kafasına koyuyor, mahallemizin çılgın, uçarı genç kızı hallerinde.
Bir de nasıl göründüğünü fazla önemsiyor. Çok seviyor poz vermeyi. Gerekli gereksiz her şeyi fotoğraflayan, yaptığı her şeyi raporlayan Instagramcı eğilimi ağır basıyor onda. Gördüğü her şeyi kadrajlamak merakından olsa gerek, programda harita, grafikler, tepeden çekimler ve hatta fotoğraf efektleri ağırlıkla kullanılıyor.
Özlem Tunca’yla Dünyayı GeziyorumÖzlem Tunca, manav gezmeyi çok seviyor. Bir de gittiği ülkelerde muz görünce çok şaşırıyor. Sürekli bir onay, kendini doğrulatma kaygısı içinde, o yüzden “gerçekten” en çok kullandığı kelime. Halbuki ben sana inanıyorum Özlem, yediğin muz gerçekten çok ilginç, hayatımızda görmedik. Bir de ülkeyi gezsen neler olacak kim bilir. Aktar geziyor. Bali’ye gittiği zaman sincapları görünce çok şaşırıyor.
Slovenya programında bir yemek festivaline gidip orada çalışan kızlara “Siz yemek işi yapıyorsunuz ama çok incesiniz herhalde hiç yemiyorsunuz,” gibi yavan ötesi espriler yapıyor. Gidip ille orada Türk yemeği standına gidiyor. İnsanlara “Hiç dolma yediniz mi?” gibi sorular soruyor. Ardından çok önemli tartışmalara giriyor, “Dolma Türktür, hayır Romanya’da da vardır ama bizim dolmamız başkadır,” gibi.
Etiyopya’da kilise ziyareti sırasında yine çok şaşırıyor, “Her köşesi eski ve tarihi,” diyor. Mezarlığa gittiği zaman “Gerçekten inanılmaz bir mezarlık diyebiliriz; kralın mezarı burada,” diye devam ediyor. Etiyopya’da çiğ et yendiğini anlatmak için ”Kesinlikle kızartmadan, haşlamadan, ısıtmadan, o şekilde,” diye sanki bir morona anlatır gibi anlatıyor. Ve tabii “gerçekten” çok şaşırıyor, bir yaşına daha giriyor.
Bu arada tam bir hanım kız. Örneğin Seyşeller’de herkes ferah ferah dolaşırken o kot pantolonla geziyor. O kot asla çıkmıyor. Adaya gelirken en ağır bavulu o getiriyor, 10 günlük seyahat için yalnızca kişisel eşyalarının olduğu 40 kiloluk bavulu ite kaka getirmeyi başarıyor.
Özlem’in kısıtlı İngilizcesi çoğu insanı rahatsız etse de bence o kadar önemli değil. Zira bu densizliği ile bir de akıcı konuşsa neler olurdu kimbilir.
Ayhan Sicimoğlu – Renkler
Ayhan Sicimoğlu çağdaşı programcılardan meraklı ve alçak gönüllü kişiliği ile ayrılıyor. Müzisyenliği, cana yakın kişiliği, görgüsü ve bilgisi burada büyük rol oynuyor. Bu anlamda izleyicilere dünyada görülen derli toplu gezi programlarının benzeri bir zevk veriyor.
Viyana, Amsterdam, Küba gibi çok bilinen yerlere de gittiği olabiliyor. Ama buralarda bile normalde aklımıza gelmeyecek bir yeri işaret ediyor. Sorrento’ya gidince örneğin orada bir kilise korosu konseri yakalıyor, nefis bir yemek pişiriyor (Gastronomi Maceraları’nı izlemenizi ayrıca tavsiye ederim), etrafındaki insanlarla şahane iletişim kuruyor; ne laubali, ne de soğuk, dünya tatlısı bir adam. Herkes gibi o da Fransa’ya gidiyor fakat orada dünya kültürüne isim vermiş kasabaları, köyleri görüyor. Anlattıkları ilgi çekici, hiç şişinmeden gayet doğal bir biçimde bilgileri aktarıyor, gördüklerine hevesle yaklaşıyor. Gittiği yerlerin sanatını, mimarisini biliyor ve bunu kimseyi sıkmayacak şekilde basitleştirerek anlatıyor. Programında söylediği gibi, “her şeyden önemli olan, iyi vakit geçirmek.”
Doğukan Şengün -Doğukan’la Dünya Turu
Beyaz TV web sitesindeki tanıtımı : Uçak bileti yok. Vize yok. Otel yok. Bavul hazırlamak yok. Çünkü Doğukan, dünyayı evinize kadar getiriyor. Size de koltuğunuza uzanıp, dünyanın keyfini BEYAZ TV ekranında yaşamak düşüyor. Doğukan’la Dünya Turu her Pazar 15:30’da BEYAZ TV’ de!
Dünyayı evimize kadar getirmeyi vaat eden Doğukan Şengün’ün dünyası enteresan. Örneğin piramitleri gezen turistlere yanaşıyor ve hemen bazı piramitlerin kraliçeler için krallar tarafından yaptırıldığını belirtip gevşek bir soru soruyor : “Böyle bir sevgilin olmasını ister miydin senin için piramit yaptıran?” Ardından röportaj yaptığı kişinin Dubai’de hostes olduğunu öğrenince, “Peki nasıl bir şey bir Türk kızının tek başına orada çalışması, Arapların içinde hostes olmak?” diye soruyor. Konuşma şöyle devam ediyor; “Arap şeyhleri aşık olmuyor mu sana kız? Tercih eder misin bir Arap?” “…Maddi durumuna bağlı diyorsun.”
Pakistan programında örneğin, yine bir takım kızları gördüğü zaman çok heyecanlanıyor, dili dolaşıyor. Sonra Himalayalar’a giderken üzerinde Allah yazan kayayı çekmek için otobüsü durdurup, bunu uzun uzun anlatıyor. Özetle, olur birlikte seyahat edersek ilk fırsatta ekilecek bir arkadaş.
Saim Orhan – AYNASaim Orhan’ın Samanyolu TV’de yayınlanan programı
Ayna yıllardır yağmur ormanları, tapınaklar, adaları geziyor. Tüm dünyayı gezmekle birlikte ne sunucusunda ne de programın anlayışında en ufak bir değişiklik, gittiği yerlerden etkilenme görülemiyor.
Gidilen tüm ülkelerde muhakkak bir cami buluyor, orada namaz kılıyor. Eğer oralarda bir bar, kumarhane görülürse, hemen parçalanan ailelerden, yozlaşmış kültürlerden bahsediliyor.
Örneğin Rodos’a gittiği zaman, bir zamanlar “bize” ait olan bu adaları kaybettiğimiz için müthiş hayıflanıyor, hemen hamasi konuşmalara başlıyor: “Sahip çıkılmadığı takdirde ne ecdadımızın bıraktığı eserler kalacak ne de insanımız. İnşallah Türkiye ecdadımızın bıraktığı bu eserlere sahip çıkar, dinimiz ve dilimizi öğreten bir okul açılır,” diyerek programı bitiriyor. Bir Yunan adası sefa, mutluluk olmadan da gezilebilirmiş. Haz ve neşe meğer on dakikada böyle söndürülebilirmiş, tebrik ediyorum.
Ya da mesela Tanzanya’ya gidiyor. Burada bir manava uğruyor. Beğenme görevlisi olduğu için tüm meyveleri inceliyor, not veriyor. Ve diyor ki, “Bizim alışık olduğumuz bazı meyveler bu ülkede yetişmediğinden oldukça pahalı”. Eh zaten başka ülkedesin? Bir kere de alışkın olmadığın bir şey yapsan? Sonra “Tanzanya insanları çok rahat hatta burada ‘You never be late in Tanzania’ diye bir söz var,” diyerek bir de insanları tembel yapıyor, iyi mi? Bir de kibar, Massai yerlilerinin bulunduğu bir yerde çekim yaparken kesinlikle kadın demek yok, Massai Bayanları diye anons ediyor. Elbette burada da tüm programlarda olduğu gibi Türk Kolejlerini ziyaret ediyor.
Not: İlk fotoğraf, Brandon University Student’s Union sayfasından alındı.