Son yıllarda en heyecan verici dijital projelerden biri olan PuhuTV platformunda iki sezondur yayınlanan birinci sezonu Fi, ikinci sezonu Çi olarak adlandırılan fakat herkes ilk başta onu Fi olarak tanıdığı için Fi 2. Sezon da denilen –neyse işte herkes hangi dizi olduğunu biliyor, üçleme kitaptan uyarlama, Serenay Sarıkayalı, Ozan Güvenli dizimiz yakında final yapıyor.
Online platformda dizi izlemenin iyi tarafı ana akım kanallardaki neredeyse üç saati bulan kalıplaşmış sıkıcı hikâye anlatımından uzak biraz daha özgür dünyalarla buluşabilmek. Ana akım kanallarda gencecik insanlar ne kadar muhafazakâr ve bin yaşındaymış gibi davranıyorsa, karakterler son derece ciddi, asık yüzlü ve hiç de inandırıcı olmayacak kadar iyi kız, mert delikanlı bir şeylerse, Fi’deki hayatlar sanki birer paralel evren gibi, orada biraz daha nefes aldığımı hissetmek mümkün. Örneğin Duru’nun (Serenay Sarıkaya) dans provalarının yapıldığı Garaj İstanbul’un önünde karakterler, yaşadığımız değişimi, İstiklal Caddesi’nde bir zamanlar ağaçların olduğunu, neşemizi kaybettiğimizi, giderek daraldığımızı ima eden konuşmalar yapabiliyor. Hayvanlara tecavüz edenler cezalarını buluyor. (Aslanım Mehmet Günsür! Eline koluna sağlık.) Duru, karakola gidip psikopat kocası tarafından ölümle tehdit edildiğini söylediğinde polisler tıpkı gerçekte olduğu gibi onu kocasıyla barıştırmaya çalışıyor ama durakta yardıma ihtiyacı olduğunu söylediğinde diğer kadınlar halden anlayıp “kirpiğiniz yere düşmesin” diyerek kadın dayanışmasının gereğini yapıyor. Sevgililer birlikte yaşıyor, sevişiyor, insanlar kafaları bozukken ya da canı istediği için içki içiyor, dilediğince küfrediyor.
Dizinin büyük bir derdi, gizemi, derinliği yok, eğer 2000 yılında falan olsaydık büyük olasılıkla ana akım kanallarda yayınlanan herhangi bir dizi olacaktı ama inanın şu anda bu kadarı bile o kadar iyi geliyor ki. Hele bir de iyi oyunculardan oluşan bir kadrosu ve güzel görüntüleri varsa.
Fi ve Çi her ne kadar spiritüel bir takım mevzulara göz kırpan, kişisel gelişim kitaplarından yola çıkılarak hikayeleştirilseler de aslında anlattığı hikaye edebiyat ve dramanın dev konularından biri olan karşılıksız aşk. Genç Werther bu yüzden öldü, Cyrano de Bergerac efeler gibi, paşalar gibi acısını bu uğurda çekti. İşte Fi’nin karakterleri de böyle bir sarmaldalar.
Birini tüm kalbin ve ruhunla seni aynı şekilde sevmese de sevmek çok romantik görünüyor biliyorum. Ekşisözlük’te Can Manay’ın (Ozan Güven) Duru’ya olan aşkına methiyeler dolu örneğin. Hâlbuki gerçekte işler hiç öyle değil, ne kadar çabuk kendinize gelseniz o denli yararınıza.Can Manay’ın kafadan kontak olduğu en başından belliydi, bu işler önce dışarı çıkmayalım yemeği eve söyleyelim, ben seni işe bırakayımlarla başlar sonra ardından sen artık işe gitmelerle devam eder. Duru da ne zaman bir dediğini iki etmeyen, pek güçlü, pek havalı Can Manay’ın aslında bir psikopat olduğunu anladı o zaman topukları kıçına vura vura kaçmaya başladı. Sanırım işte ben de esas o zaman onu bir karakter olarak sevmeye başladım.
Reddedilmek, istenmemek berbat bir şeydir. İnsanın kalbi kırılır, kendini yalnızca üzgün ve yalnız değil aynı zamanda kötü hisseder. Hele o utanç duygusu yok mu? Kendi kendinize nerede yanlış yaptığınızı sorup durursunuz, bu kadar kıymet verdiğiniz bir insanın ondan uzak durmanızı istemeniz için ne yapmış olabilirsiniz? Fi’de de böyle işte, kimse aşkına karşılık bulamıyor. Duru Deniz’den göremediği ilgiyi Can Manay’da bulacağını sanıyor, dünyalar güzeli kuğu gibi bir kız olan Bilge (Büşra Develi) boyunun dörtte biri kadar bile olmayan mendebur Can Manay’a aşık, Deniz’e aşık olan Ada onu çok seven Göksel’i (Armağan Uzun) görmezden geliyor, pek olgun pek kafadar şarap kadını Nilay (Nehir Erdoğan) yine Deniz’e aşık, Deniz ise kendine aşık.
Şutlanmak, görmezden gelinmek, istenmemek gayet olağan bir şey. Normalde insanlar böyle durumlarda hüzünlü şarkılar dinleyip kendilerini yollara vururken Fi’deki karakterler iyice gemi azıya alıyor, birbirini ya da kendini öldürmeye kalkıyor. Fi’de herkes birbirini yeterince tanımadan kafadan olaylara girdikleri için insanları idealize ediyor, büyütüyor, büyütüyor, bir süperstar haline getiriyor. Hâlbuki aslında herkes biraz sinir, biraz tatsız ve biraz sıkıcıdır. Mesela Can Manay bu konuda müthiş uyanık, Duru’nun hayatına tam saha pres girdiği için kız onun müthiş eğitimli, yetenekli, çekici, popüler ve paralı bir adam olduğuna karar verdi. Ardından tanımaya başladığı zaman inatçı (takanaklı), soğuk ve kalpsiz olduğunu gördü. (Aslında herkes gibi)
Sizi reddeden birine aşık olmak özellikle çocukluğunda en ihtiyacı oldukları zaman ebeveynlerine erişemeyen kişiler için tekrarlanan bir kalıp olabilir. Anne-baba sevgisi görmeden yetişen Can Manay, Duru, Bilge gibi karakterler için durum bu mesela. Dizi boyunca terkedilmekle lanetlendikleri fikrini neredeyse teyit edecek biçimde maceralar yaşıyor, içlerindeki acıyı böyle tamir etmeye çalışıyorlar. Böylece kimseye güvenemeyecekleri yönünde kendilerini turbo ikna etmiş oluyorlar.
Peki Fi’de hiç mi umut verici bir ilişki yok? Var elbette. Özge Egeli (Berrak Tüzünataç) ve kısaca SMK (Osman Sonant) dizinin kesinlikle en favori çifti. Fena halde yalnız, geçmişi acı deneyimlerle dolu, bağımsızlığına son derece düşkün bir karakter Özge Egeli dizinin en cool en mütevazı en baba adamı Sadık Murat Kolhan’ı zaman içinde sınayarak ve tanıyarak hayatına alıyor.
Ancak onlar dışında karakterlerin büyük çoğunluğu hezeyanlar içinde. Karşılıksız aşk dedikleri özlem ve bir şeye tutunma arzusu aslında. Can Manay’ın daha ilk bölümde komşusu Duru’yu bahçe duvarının ardından dikizlemesinden ne denli umutsuz bir sevdaya düştüğü belliydi. Çünkü, birine aşık olma sürecinin çoğu onunla geçirilen zamandan çok insanın zihninde.
Hâlbuki belki Duru hakkında yeterince bilgiye sahip olsaydı, ona bu denli tutulmayacaktı. Bu duygu aşk falan değil biliyorsunuz, olsa olsa vurulma ve sınırsız hayal gücü. Çünkü elindeki malzeme bir hayalden ibaret. Duymak istemediği şeyleri duymuyor, örneğin aslında istenmediği gerçeği gibi.
Son bölümde ne olur, Fi’nin kafası kırık karakterleri önce acı çeken ruhlarını sonra kurbanlarını azat ederler mi bilmiyorum. Tahminen bu işin sonu kanlı biter. Ama yaşadıklarının yüceltilecek bir yanı falan yok. Azıcık birbirlerini tanısalar, sabahları uyandıklarında ağızlarının koktuğunu, gözlerinin kenarında çapaklar olduğunu, aşkından süründükleri kişinin de burnunun aktığını fark edecekler ve kimse uğruna kendini feda etmenin gerekmediğini anlayıp, biraz olsun huzur bulacak afacanlar.
Eh ne diyelim bunlar da hayatın tuzu biberi. Yaşanacağı varmış. Her halükarda, bu sıkıcı kış günlerinde bana çok iyi vakit geçirttiğiniz, büyük büyük sözler etmeyip, ahlak dersleri vererek içimi şişirmediğiniz için tüm ekibe teşekkür ederim. Son bölümü merakla bekliyorum!
DEFNE AKMAN