Bu yıl festivalde yaklaşık 25 film izledim. Çoğu kötü yapılmış esnaf yemeği gibiydi. Bu tür lokantalarda da her yemek aynı taddadır ya; mesela kabakla fasulyeyi gözünüz kapalı yeseniz birbirinden ayıramazsınız, festivaldeki bazı filmler de aynı hissi verdi, aynı şeyi izliyormuşum gibi geldi bana. Aralarında kayda değer bulduklarımı biraz toparladım. İyiden kötüye giden bir liste gibi okuyun. En iyisi birincisi, en berbatı da sonuncusu…
Sauvage: Bu yıl festivali izleyen lubunyalar olarak Nerdesin Aşkım seçkisinde ikiye bölündük. Bir kısım Sarışın filmine taptı, bir kısım da Sauvage yani Vahşi’ye. Bizi yerden yere çarptı, üstüne birer kere daha izledik, beş gün daha konuştuk. Filmin başrolünde canım arkadaşım Felix Maritaud da (bkz. bir önceki yazı) erkek fahişe rolünde yardırıyor Çok acayip bir damar yakalamış bu ilk filminde yeni yönetmen eski romancı Camille Vidal-Naquet ve bunu da çok tatlı numaralarla harika uygulamış. Beden, bedenin kullanımı, çöplüğün zarafeti, aşk, erkeklik, yaşlılık, devasa dildoların yol açtığı kanamalar ve çağımızın en büyük histerisi zengin batılı koca bulup yırtma histerisi üzerine daldan dala, fikirden fikire uçup duruyor. İlk yarısı biraz ‘bakın hayatta çeşit çeşit gay modeli var’ gibi geçse de sonunda finaliyle ana temasını bir aziz figürüne çevirip kollarımıza bırakıyor. Call Me By Your Name’den sonra son beş yılın en iyi eşcinsel filmi. Yine erkekler kazandı. Üzgünüm kızlar. Mavi En Sıcak Renktir’le mastürbasyona devam.
System Crasher: Berlin Film Festivali’nden Alfred Bauer Ödülü’yle dönen System Crasher izlediklerim arasında en çarpıcılardan biriydi. Film, tıkır tıkır işleyen (belki sadece Almanlar için, göçmenler için aynı şartların geçerli olduğunu sanmıyorum) Almanya Sosyal Devlet Sistemi içindeki dokuz yaşındaki bir çatlağı anlatıyor. İsmi bence çok yanlış bir tercihle Oyunbozan olarak Türkçe’ye çevrilen System Crasher’ın en büyük şansı Helena Zengel’in oyunculuğu. Böyle bir çocuk performansı ben çok uzun süredir görmedim, içine cin kaçmış gibi. Çocukluk travmaları yüzünden hiçbir yerde barınamayan, annesinin terk ettiği çocuğu Alman sistemi kurtarabilecek mi? Yoksa aslında temelde tüm devlet kurumları ve çalışanları da ailenin kendisi gibi baştan sona bir yıkımdan mi ibaret? Çok acıklı, çok çaresiz, asla çocuk yapmayın manifestosunun harika bir soundtrack eşliğinde sergilendiği karanlık ama o karanlık çocuklara da bayıldığımız ve sistemi yıkmaları için dua ettiğimiz bir punk şöleni.
Rosemary’nin Bebeği: Evet tabii ki daha önce Rosemary’nin Bebeği’ni seyrettim ama ilk defa sinemada seyrettim. Bir filmi dev ekranda izleyiciyle seyretme deneyimini iyi ki kendime hediye etmişim. Mia Farrow’un tek bir mimiğini bile kaçırmamak çok iyi geldi. Polanski’ye de bir kere daha hayran kaldım, ne yalan söyleyeyim. Galiba insanların sanatlarını kendi şahsi manyaklık ve sapıklıklarından ayırmamız gerekiyor cidden. Bu filmi Polanski korkunç bir adam diye sevmemezlik yapamam. Kadıköy Sineması’nda o gece bu filmi izleyen herkesin daha önce Rosemary’nin Bebeği’ni gördüğünü, sonunu bildiğine eminim. Ama buna rağmen bir salon dolusu insan gözümüzü kırpmadan izledik. Sinemanın tuhaf büyüsü de bu belki.
Kız Kardeşler: Kötü bir film diyemem ama ben bayılmadım, öyle söyleyeyim. Ya aslında biraz da kötü bir film bence. Biraz fazla folklor… Yani bir halk dansları topluluğundan Artvin Yöresi Kız Oyunları seyreder gibi oldum. Yün çoraplı ayak kokusuna doyduk. Bir de kendi adıma epey sıkıldım artık bu taşra güzellemelerinden. Yok mu bu ülkenin şöyle modern bir hikayesi? Ama yarışmadaki diğer Türk filmleri muhtemelen daha berbat olduğu için Kız Kardeşler yarışmayı silip süpürerek tamamladı. Burada da jüriye şöyle bir eleştirim var yani en iyi kadın oyuncu ödülünü filme de adını veren üç kız kardeşin üçüne birden vermek nedir ya? En nefret ettiğim jüri sonucu yani. Üstelik birine değil, ikisine değil üçüne birden.
Border: Ali Abbasi’nin son filmi çok iyi başladı. Acayip bir aşk ilişkisi izledik, bu kısmı beni aşırı tuttu izlerken. Sonra bizi hiç de ilgilendirmeyen troll’ler, kaçma kovalama, pedofili gibi bir sürü hikayeyi birbirine kattı. Yine de itirazım yok ama bazen çok iyi bir senaryo fikri bulunduysa galiba sadece oradan yürümek daha iyi sonuç verebiliyor. Minimal sevmem ama bazı yemekleri de o kadar baharatlı yemenin bir anlamı yok. Esas tadını kaçırıyoruz gibi geliyor. Güzel film ama Border, bir şekilde izleyin derim.
High Life: Genelde program yapmadan önüme ne gelirse izlediğim festivalde bir tek bu filmi ‘mutlaka gör’ diye işaretlemişim. Evet filmi gördüm ama ilk bir saatini. İlk bir saatte hepimizin yatmak isteyeceği Robert Pattinson uzayda bir bebekle yalnız ve bitkiler yetiştiriyor. Sonra bir uyumuşum gözümü açtığımda bebek büyümüş koca kadın olmuştu. O yüzden benim bile tekrar izlemem gerek. High Life aynı zamanda festival dedikodularında Nuri Bilge’nin yarısında çıktığı film olarak da kayıtlara geçti.
Kazı: Çok iyi olabilecek bir fikir hiç uygulanamamış maalesef. Ana karakterlerin aşırı maçoluğu, üstümüze faş ettikleri erkeklik zehirleri ve ilk akla gelen uyduruk finalle sonlanmasıyla sınıfta kaldı.
Ondört: Senenin en iddialı indie’si diye gittik, Ebru Gündeş meets indie gibi bir karışım çıktı ortaya. Atsan atılmaz satsan satılmaz arkadaşları olanlar izlesin belki arkadaşları intihar ederse üzülür diyeyim.
Piranhalar: E tabii Çukur dizisinden biraz hallice. Ergen mafyaya da doyduk sinema hayatımız boyunca. Bunlardan birine daha gerek var mıydı bilmiyorum, bende çalışmadı pek. Bir de aynı günün akşamı System Crasher’ı izleyince bu direkt çöpe gitti. Vurdu kırdı ve motora binen ergen görmek isteyenler bakabilir.
Diane: Yaşlı pornosu gibiydi. Yarısında çıktığım tek film.
YİĞİT KARAAHMET