Hastalık hastası olan şahsıma hastane dizileri dünyanın en iyi senaryosunu bile içerse yasaklı ve zevksiz gelir. Çünkü duyabileceğim en ufak semptom , en acayip belki de doğru olmayan bir bilgi beni gerçek manada doktorlara koşturabilir, google aramalarında elimde bir adet mendille makale okur halde bırakabilir. Hayat Yolunda başladığında da emindim, ben bu diziyi asla seyredemezdim. Bir kere doktor vardı, hastane vardı. Ama bunun yanı sıra çocukluğumdan beri bayıldığım Ediz Hun ve artık bir işi tutsun dediğim Burak Yamantürk de kadrodaydı. Oturdum izledim, inanır mısınız korkmadım da.
Bu sezonun başından beri yazdığımız her yazıda belirtiyoruz ki yeni panel bir çok ezberi çatır çatır bozuyor. Şimdi ben Hayat Yolunda’nın castı ve ekibi ile yapılan işin çok değil iki sene önce yayına girse gün birincisi en azından ikincisi olacağına adım gibi eminim ama artık işler öyle yürümüyor. Yani Muhteşem Yüzyıl’dan iki transfer, yüzü sevilen ama çok patlamayan bilinen oyunculardan üç adet ortaya, yetenekli iki tiyatrocu bir de yeşilçam starı formülü kendini bilmediği bir ormanda kaybetti. Artık çabuk anlaşılan, sosyal medyada dalga konusu olmayacak (en azından belli bir yere kadar) ve hikayesi devam ederken özdeşleşebileceğimiz işlerin zamanı. Hayat Yolunda Prof Dr. Veysel Güçlü’nün (Ediz Hun) hastanesini hayata bağlama hikayesi olarak başladı. Elbette ki hayatın içinde olduğu gibi insan ilişkileri oldukça önemliydi ve ilk başta kaba tabir ile genç ve idealist doktorlarımız tırıvırı etse de hocalarının yanında yer aldılar. Kimisinin arasında eski aşk mevzuları vardı, kimisi kariyerini kurtarma derdinde idi, kimisi de hayatına yeni bir başlangıç yapıyordu. Arada garip hasta hikayeleri de izledik, bir bölümde bir isot zehirlenmesi, bir diğerinde karısını aldatan adamın vicdan muhasebesi vardı. Bu sırada aldatılan ve kocasının sevgilisinin ameliyatına girip onu kurtaran Doç. Dr. Şafak Günay (Nur Fettahoğlu) başına gelebileceklerin derecesini tahmin etmez şekilde uzun saçlarını ahenkle dalgalandırarak koşuyordu. Buna özellikle neden dikkat çektin derseniz, bir kaç doktor arkadaştan ve hastanelerle içli-dışlı annemden duyduğum kadarı ile o saçların öyle uçuşması hele doktorun hastaya o şekilde müdahale (dikiş atmak, serum takmak dahil) etmesi imkansız hatta yasakmış. Bununla beraber sürekli hastalara elektroşok verilmesi, bir takım teknik terimlerin inatla yanlış telaffuz edilmesi filan bilen insanı şöyle bir rahatsız ediyor. Bu gibi durumlarda Amerikalılar çok mu biliyor sette bir tane danışman bulunduruyor sorusu sürekli aklımıza gelmiyor değil tabii ki sevgili izleyenler. Bu kadar kusur kadı kızında da olur diyorsanız, sorun değil.
Hastanede işler yoluna girdikçe doktorlarımızın hatta hemşiremizin hayatının karışacağı daha ilk tanıtımlardan belliydi. Op. Dr. Cem Korcan’ın (Engin Öztürk) hikayenin en tatlı adamlarından biri olacağı ufak kızı hayata bağlama girişiminden anlaşılmıştı. Kendi ailesini kaybetmiş ve buna rağmen hayata küsmeyen adam tiplemesi her zaman yürür. Ben bu sebeple Cem ve Şafak karakteri beklediğimiz noktada yakınlaştıkça işin biraz daha seyircinin kafasında oturacağını düşünüyorum, ne de olsa ikisi de farklı noktalarda hayatın mağduru. Hastane koridorlarında ve neredeyse bulunduğu her yerde güneş gözlüğünden ve karizmasından vazgeçmeyen Op. Dr. Selim Savaş’ın (Burak Yamantürk) olayları ilerleyen bölümlerde arap saçına çevireceği çok belli ya, dozu yavaştan veriyorlar. Eee, her hikayeye bir tatlı-kötü adam lazım. Ne de olsa acı-kötüler kotasını Alp Günay (İlker İnanoğlu) ve Dr. Melis Saka (Sinem Öztürk) dolduruyor. Konu sadakatsizlik de değil, bu ikisi bayağı kötü ve ayarsızlar. Uzm. Dr. Tayfun Kuzu (Yıldıray Şahinler) hikayenin en izlenilesi adamlarından, kafası farklı çalışıyor, “Doktorluk mu bir daha asla yapmam ben o mesleği,“ derken yeniden doktor oldu filan. Dr. Yelda Güçlü (İpek Karapınar) fedakar ama biraz fazla hırslı olarak aklıma kazındı. Seza Türk (Ceyda Tepeliler) hemşiremiz ise biraz fazla canciş bir kızımız ama aşkı ararken her insan biraz öyle.
Doktorlar malumunuz ülkenin en fazla tekrarı verilen, unutulmayan ve benimsenen işlerinden biri. Ancak orada daha fazla genç insan, daha ateşli hikayeler ve biraz daha avam tabir edebileceğimiz durumlar vardı. Hayat Yolunda bu noktada biraz daha üst seviyede kalıyor. Kimi hikayelerin seyircinin göz hizasına indirilmesi belki de gözüne gözüne sokulması lazım. Yine farklı yerlerden örnek olacak ama bu işi alışkanlık haline getiren Amerika’da doktor dizilerinin jenerik müzikleri hatta bölüm içinde kullanılan müzikleri pek önemlidir, Doktorlar dizisinde de öyleydi. İşte gerek fanlar, gerek yapım şirketi özel klipler hazırlardı, ikililer yakınlaştırılırdı vs. İlk bölümde çalınan Şebnem Ferah şarkısı Sil Baştan’da ben fenalık geçirdim mesela çünkü o şarkının artık Sil Baştan’lık bir durumu kalmadı. Her yerde bin kere çalındığı için ben o sahneyi geçtim. Verdiği duygu eksik ve yarım kaldı çünkü bin kere değişen hayat sahnelerinde biz o şarkıyı dinledik, izledik vs. Çok farklı bir yere temas edebilecek bir şarkı olabilirdi ve sonrasında hem PR hem de magazine açıdan klip olarak o dönüp durabilirdi. Kaldı ki bu bundan sonraki bölümler ve jenerik müziği için hala geçerli. Öyle Bir Geçer Zaman ki ya da Aşk-ı Memnu jenerikleri ilk bölümden son bölüme kadar bir dakika bile güncelliğini kaybetmedi mesela. Yani işin tuttu-tutmadısıyla da alakalı değil, oyunculara ve tekniğe verilen emek bu yan unsurlara verilmezse durum farklı bir yöne gidiyor. Sosyal medya çağında yaşıyoruz, sosyal medya hesapları hastalıklar ya da insan ilişkileri hakkında trivia verse, oyuncuların fotoğrafları ve replikleri dışında mesela? Bütün hafta ilgiyi o şekilde ayakta tutsanız vs vs vs. “Seyirci bizi anlamıyor, biz kaliteli kaldık!” bahanesinden uzaklaşmak için bu tarz hareketlere girilebilir diye düşünüyorum.
Benim Adım Gültepe’yi yerinden eden dizi olarak görülen Hayat Yolunda aslında bu konuda olduğu gibi diğer konularda da oldukça masum bir dizi. Sezon içinde başlayan dizilerden en ağdasız olanı da diyebiliriz, elindeki malzeme belli çünkü. Ancak ben bu malzemenin biraz kötü kullanıldığını düşünmeden edemiyorum. Neden derseniz, hikaye akıllarda yer alacak olaylara temas etmediğinden, insanlar arası ilişki biraz tatsız-tutsuz kaldığından o içimizdeki Türk coşkusu ile bir araya gelemiyoruz. Gelemeyince de dizi on üç bölümü geçer mi muhabbeti alıyor başını gidiyor. Bana sorarsanız geçmeli ancak olurunu yeni saatinde (aslında ilk saatiydi) göreceğiz. Hayat Yolunda, etrafımda aklı başında herkesin teknik-hikaye bazındaki hatalarına rağmen bir şekilde ucundan bulaştığı bir iş oldu. Temennim “nasılsa beş bölüm sonra izlenir” mantığı varsa eğer o mantıktan kurtulunması. Çünkü ne kadrolar, ne senaristler, ne ekipler o mantık yüzünden güzelim işleri mahvetti ve arkasında bıraktı. Madem ki elimizde bir iş var, onu her haliyle incelemek yerine neden ağrı kesici yazıp bırakalım ki?
Bahsi geçen şarkılardan birinin olduğu video;
The Fray - How To Save a Life (Grey's Anatomy’den)