Slovenyalı yönetmen Rok Bicek’in ilk uzun metraj denemesi olan bu film evrensel bir dille eğitim sorununu ele alıyor. Lise son sınıfta okuyan haylaz öğrencilerin oluşturduğu bir sınıfın öğrencilerinin bu eğitim sistemine isyanlarını izliyoruz. Almanca öğretmenleri doğum iznine ayırılınca yerine gelen yeni öğretmen Robert Zupan bu öğrencilerin şimdiye kadar alıştıkları eğitim tarzının dışında katı ve sert bir yönteme sahiptir. Bu durum ilk andan itibaren öğretmen ve öğrenciler arasında çatışmayı yaratıyor.
Bu çatışmayı daha da derinleştiren ise sınıf arkadaşları Sabina’nın ölümüdür. Bu andan itibaren öğrencilerin fevri davranışları, itaatsizlikleri baş gösterir. Fakat Robert var olan katı tutumundan neredeyse hiç taviz vermez. Öğrenciler, duygu yoksunu bu öğretmene karşı bir savaşa girmeye hazırdırlar. Ve öyle de olur.
Ölümün ardından bile ders anlatmayı bırakmayan birisidir Robert. Bu tutumunun altında bir nevi “ölenle ölünmez” deyimi yatmaktadır. İntiharından önce Sabina’nın piyanodaki yeteneğine dair ona nutuk çeken Robert, onu ağlatmayı başarmıştır. Bu ve benzeri durumlar öğrencilerde bu ölüme, onun sebebiyet verdiği hissini yaratır.
Film eğitim sistemini gayet açık ve yalın bir dille eleştiriyor. Öğrencilerin duygularını/acılarını bile yaşamasına izin verilmeyen, sürekli ileriye doğru gitme hedefi olan bu sisteme karşı öğrenciler defalarca isyan bayraklarını çekiyorlar. Fakat Sabina’nın ölümünün ardında başka sırlarında olduğunu öğrenmeleri, Robert’in aslında onları korumaya çalıştığına dair belirtiler zamanla bu tutumlarının kırılmasına neden oluyor.
Kendi hayatından esinlenen yönetmen bir nevi geçmişiyle yüzleşmeye çalışmış. Zira film bir ölüm üzerinden sistemi olabildiğince eleştirirken, onun gücünün de sonsuz olduğunu son noktada bize gösteriyor.
Özellikle hikâyenin anlatım biçiminin, oyuncuların performanslarının ve yaratılan atmosferin başarılı olduğunu düşünüyorum. Bütün o kaotik ortamın içerisinde kendi geçmişinizden de izler bulabileceğiniz yanları olması filmin evrensel yanına büyük katkı sunuyor.
Yaralı / La Herida
Benim için günün ikinci filmi olan La Herida özellikle başrol oyuncusu Marian Âlvarez’in oyunculuğuyla ön plana çıkıyor. Hemen belirteyim filmi oyuncu Rosana Pastor ile birlikte izledik. Film sonrası sorulara cevap verdi.
Marian Âlvarez’in canlandırdığı Ana karakteri ambulans şoförlüğü yapmaktadır. İşi yaşlı hastaların taşınmasıdır. Film yaşamla-ölüm arasında gidip gelen bir yerde duruyor. Özellikle ölüme yakın yaşlı hastalar ve kendisini öldürecek cesareti olmayan Ana arasında sıkı bir bağ var. Ana’nın kendisinin bilmediği bir hastalığı vardır. Bu hastalık filmin bütününü ve Ana’nın karakterini sarmalıyor diyebilirim. Her ne kadar ismen film içerisinde zikredilmese de Ana’nın hastalığı Borderline Kişilik Bozukluğudur. Bu hastalığın içeriğine dair az-çok bilgisi olan birisi için filmi izlemek daha kolay olacaktır.
Zira duygu durumunda ani değişiklikler, intihara meyil, kendini jiletleme, sürekli bir öfke hali v.b tutumlar Ana’nın karakterinin bir parçası. Film baştan sona Ana’nın sorunları üzerine kurulu. Annesiyle birlikte yaşayan Ana, bir de sevgilisi tarafından terk edilince onun için hayat daha da çekilmez bir hale dönüşür.
Benim için günün ikinci filmi olan La Herida özellikle başrol oyuncusu Marian Âlvarez’in oyunculuğuyla ön plana çıkıyor. Hemen belirteyim filmi oyuncu Rosana Pastor ile birlikte izledik. Film sonrası sorulara cevap verdi.
Marian Âlvarez’in canlandırdığı Ana karakteri ambulans şoförlüğü yapmaktadır. İşi yaşlı hastaların taşınmasıdır. Film yaşamla-ölüm arasında gidip gelen bir yerde duruyor. Özellikle ölüme yakın yaşlı hastalar ve kendisini öldürecek cesareti olmayan Ana arasında sıkı bir bağ var. Ana’nın kendisinin bilmediği bir hastalığı vardır. Bu hastalık filmin bütününü ve Ana’nın karakterini sarmalıyor diyebilirim. Her ne kadar ismen film içerisinde zikredilmese de Ana’nın hastalığı Borderline Kişilik Bozukluğudur. Bu hastalığın içeriğine dair az-çok bilgisi olan birisi için filmi izlemek daha kolay olacaktır.
Zira duygu durumunda ani değişiklikler, intihara meyil, kendini jiletleme, sürekli bir öfke hali v.b tutumlar Ana’nın karakterinin bir parçası. Film baştan sona Ana’nın sorunları üzerine kurulu. Annesiyle birlikte yaşayan Ana, bir de sevgilisi tarafından terk edilince onun için hayat daha da çekilmez bir hale dönüşür.
Ana ve babası. Âlvarez rolünün hakkını veriyor.
Anne ve babasının ayrı oluşunun etkileri, babasıyla var olan olumsuz ilişkisi, hayata küskünlüğü Âlvarez’in canlandırdığı Ana karakterinde tam anlamıyla vücut bulmuş. Hastalığından habersiz ve her şeye rağmen hayata tutunmaya çalışan Ana filmin sonunda biraz da seyircinin kendisine bırakılmış bir şey olarak geleceğe dair bir umudun olduğu hissiyatını da oluşturuyor.
Yönetmen Franco’nun Ana’yı ve onun dünyasını anlatma biçimi gayet başarılı. Filmde tempo zaman zaman düşse de film genel olarak yan hikayeleriyle de birbirleriyle bağlantılı, bütünlüklü bir konuya sahip. Evrendeki bir toz tanesi dahi olmayan insanın, hayatta kaybetmişliğini, başarısızlığını anlatan bu film izlendiğinde bünyede olumsuz etki yaratacak türden. Bu da insanın kendisini sorgulamasının en azından başlangıcı olabilir.
Anne ve babasının ayrı oluşunun etkileri, babasıyla var olan olumsuz ilişkisi, hayata küskünlüğü Âlvarez’in canlandırdığı Ana karakterinde tam anlamıyla vücut bulmuş. Hastalığından habersiz ve her şeye rağmen hayata tutunmaya çalışan Ana filmin sonunda biraz da seyircinin kendisine bırakılmış bir şey olarak geleceğe dair bir umudun olduğu hissiyatını da oluşturuyor.
Yönetmen Franco’nun Ana’yı ve onun dünyasını anlatma biçimi gayet başarılı. Filmde tempo zaman zaman düşse de film genel olarak yan hikayeleriyle de birbirleriyle bağlantılı, bütünlüklü bir konuya sahip. Evrendeki bir toz tanesi dahi olmayan insanın, hayatta kaybetmişliğini, başarısızlığını anlatan bu film izlendiğinde bünyede olumsuz etki yaratacak türden. Bu da insanın kendisini sorgulamasının en azından başlangıcı olabilir.
Rosana Pastor ile Soru/Cevap
Pastor filmde Ana’nın annesini canlandırıyor. Her ne kadar fazla bir rolü olmasa da bu filmde yer almaktan mutlu olduğunu söylüyor ve bunu da K. Stanislavski’nin “Rolün küçüğü yoktur, oyuncunun küçüğü vardır,” sözüyle pekiştiriyor.
- Senaryoda sizi etkileyen oradaki karakterin yalnızlığı mıydı?
Anlatması hiç de kolay bir öykü değil. Yönetmene niye bunu anlatmak istediğini sordum. Önce bir belgesel olarak tasarladığını söyledi. Bu filmi yapma noktasına kadarki beş yıl içerisinde bu tür ruhsal sorunları olan (Borderline Kişilik Bozukluğu) kadınları gözlemlemiş. Yönetmen gözlemlediği, konuştuğu kişilerin hastalıklarını sanki bir oyuncu gibi abattıklarını söyledi. Böylece belgesel yerine kurmaca yapmaya karar vermiş. Bu hikayenin parçası olmak benim için güzeldi. Bu filmin çıktıktan sonra beğenilmesi, ödüller alması beni olumlu yönde etkiledi. Bir yönetmenin içinden geldiği gibi hareket etmesinin başarıyı getirdiğini düşünüyorum.
- Yönetmen karakterin hastalığını filmde açık bir dille belirtmiyor. Bu hastalığı bilmeyen birisi için filmde sorunları olan bir kadın görüyoruz.
Yönetmen tercihler yapmış ve öyküyü böyle anlatmayı seçmiş. Genellikle Borderline denilen rahatsızlık tacize uğramış kadınlarda görülüyor. Filmde bu hastalığı gösteren ipuçları var. Yönetmen derdini bu şekilde anlatmayı seçmiş.
- Filmin umutlu bir sonu olduğunu düşünüyorum. Ana’nın filmin sonunda ağlaması karanlık başlayıp, umuda giden bir his verdi. Sizce böyle mi?
Evet, duyguyu doğru almışsınız. Yapmak istediğimiz tam da buydu.
- Ana’nın babası tarafından taciz edildiğini, annenin bunu bildiğini fakat güçlü bir yapıya sahip olamadığı için bir şey yapamadığını düşünüyorum. Sizin fikriniz nedir?
Yönetmenle konuştuğum zaman ve benimde gördüğüm kadarıyla annenin gücü küçük kızını kapıp kaçmaya yetmiş. Bence bu kadın suçluluk hissediyor babayla yüzleşemediği için. Fakat onun gücü bu kadar.
Söyleşiden aktaracaklarım bu kadar. Bir sonraki yazıda Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yer alan filmlere göz atacağım.