Fazilet Hanım ve Kızları ilk bölümüne, basın tanıtımına ve oyuncularına bakmayı aksatmadığım diğer bütün işlerden biriydi. Son tahlilde ise Nazan Kesal’in muhteşem oyunculuğu dışında konusunun dikkatimi çekmediğini de itiraf etmeliyim. Hatta on sekizinci yüzyıl ortasından yani Anadolu ticaretinin temsilcisi ayan sınıfının yükselişiyle bir fetişe ve Osmanlı toplumunda o zamana kadar olmayan sosyal statü temsiliyetine dönüşen konak sevdasının yirmi birinci yüzyıl İstanbul’unda yeri olduğunu da düşünmüyordum. Modernleşen hayatın geleneksel konak yaşantısını ve ilişkilerini altüst ettiği Aşk-ı Memnu uyarlamasının günümüz koşulları için geçerliliği ile ilgili tartışmalar iyi televizyon izleyicilerinin hafızalarında tazeyken, güç ve paranın ayakta tuttuğu bir başka konak hikayesi kendini ne kadar farklılaştırabilirdi ki zaten. En büyük hayali zenginlik ve iyi bir yaşam olan Fazilet Hanım’ın ve kızlarının konak hayatına eklemlenmesi ile konak/yalı ekseninde daha özgün ve farklı bir hikaye çıktığını da düşünmüyorum. Tüm bu olay dizilişinin burjuva olmayan, aykırı ve heyecan verici bir çiftin, Hazan ve Yağız’ın bir araya gelişine vesile oluşu ise izlenmeye değer tek konuydu. Onların da uzun bir yolu olduğunu anlayan bazı izleyiciler için ilk sezon heyecanını yitiriyordu. Senaryoyu biraz canlandıracak tek şey; Fazilet Hanım’a hangi acımasız deneyimlerin kızlarını her ne pahasına olursa olsun o mahalleden kurtarmak için elinden geleni yapacak gücü verdiğinin biraz daha fazla gösterilmesiydi. Her ne kadar arka planda Fazilet’in etkileyici bir hikâyesi olduğunu hissetsek de yola bırakılmış kırıntıları toplamaya mecali olmayan benim gibi aceleci izleyiciler için devam etmek neredeyse imkânsızlaşıyordu. Başından beri bu kırıntıları toplayarak koca bir hikâyenin parçası olan herkesi de bu vesileyle tebrik ederim.
Gelelim benim gibi kasımdan itibaren işi takip etmeye başlayanlar için neyin değiştiğine.
Bazı sahneler ve fragmanlar dizilere yeni izleyici çeker. Ben, nasıl oldu hatırlamıyorum ama Yağız ve Hazan’ın basketbol sahnesine denk geldim. Uzun zamandır izlediğim en keyifli flört sahnelerinden biriydi; dinamikti, gençti ve eğlenceliydi. Dizinin tüm o ağır havası gitmiş gibiydi. Arkasından gelen 24. bölüm sonrası neden yeniden diziden koptuğumu izleyenler mutlaka anlayacaktır. Altın Kelebek ödül töreninin yayın saatini beklediğim bir gün dizinin tekrarına ve Yağız’ın veda sahnesine denk gelmesem bir daha da bakmazdım herhalde. Öncelikle o sahnede oyuncuların performanslarından öte sahneyi kuranı tebrik ederim. Yağız’ın plaza dairesinde yapılan tüm çekimler müthiş fotoğraf veriyor. O gün öğrendim ki yönetmen de değişmiş ve dizi genç bir kadın yönetmene, Gökçen Usta’ya teslim edilmiş. Arka fonda İstanbul’un ışıkları ile hem kente, hem sevdiği kadına veda eden Yağız’ı izlemek çok keyifliydi. Hazan’ın veda edemeyişinden artık hikayenin döneceğini fark edenler olarak sonra gelip hazıra konduk gibi oldu ama işte böyle.
36., 37. ve 38. bölümlerin de diziye yeni izleyici çektiğini düşünüyorum. Yalnız 39. bölüm itibariyle Hazan ve Yağız’ın ilişkisine yapılan “ahlaksız” vurgusu o kadar rahatsız edici ki uzun sürelerine rağmen bir miktar dinamizm katılabilen yeni jenerasyon senaryolara alışmış izleyicilerin çoktan sindirdiği bir aşk hikayesinin bizzat yaratıcısı dilinden aşağılanmasını kabul edeceğini düşünmüyorum. Konuyu uzatmak adına aslında bu ilişkiyi kabullenmiş izleyiciye de kirli, karanlık ve edepsiz muamelesi yaptığınızı umarım en kısa sürede görürsünüz. Üzülerek belirtmeliyim ki uzun süredir ilk defa bir dizinin izleyicisinin gerisinde kaldığını da görüyorum. Önünüzdeki anlık reytingler büyük ihtimalle Yağız ve Hazan’ı işaret ediyor ki tüm ön izlemeleri onlar üzerine kuruyorsunuz. Durum böyleyken karakterlerin kendi ağzından hissettiklerini bu kadar ağır bir dille yadırgamaları ve yargılamaları izleyiciyi onlardan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Özellikle Hazan’ı.
Dostoyevski şöyle der; tüm dünyayı kurtarmak uğruna bir çocuğa ölesiye işkence yapar mıydınız?(1) Peki, kimse üzülmesin diye kendinizi sonsuz bir acıya, tarifsiz bir özleme ve kedere hapseder miydiniz? İki soru arasında ahlak felsefesi açısından hiçbir fark yok.
Hazan da Yağız da kendi özlerini, kendilerine kılavuzluk etmeye kalkmış güçlü toplumsal otoriteye, baskın anne ve baba figürüne ve sosyolojik altyapılarına rağmen kurmayı başarmış iki insan. Hazan annesinden ayrı bir ahlak kodu düzenlemiş, icat etmiş ona göre yaşamış genç bir kadın. Yağız da çocuk yaşta gittiği uzak kıtalarda nasıl yaşaması gerektiğini kendi başına çözmüş genç bir adam. Hayatlarına verdikleri anlamı kendileri vermiş, başkalarının açtığı yoldan ilerlemeyi reddetmiş iki absürd ruh. Camus’ye göre kendini gerçekleştirmeye çalışan, isyan eden, Sartre’a göre ise “kötü niyet” ten uzak iki insan. Kısaca hayatlarına ithaf edilmiş anlamı değil kendi yollarını arayan ve sonuçlarına katlanmaya razı iki birey.(2)
Hazan’ın kendine ithaf edilen “Hazan abi” tanımından sıyrılmasının Yağız aracılığıyla olması hikayelerini çok özel kılarken, Yağız’ın sıkışmışlığı devam ediyor. Yağız “altın çocuk” ithafının altında ezilmiş durumda. İkisinin de otantik özgürlükleri Yağız’ın soyadına olan düşkünlüğünde zedeleniyor. Var olmak için o soyadına hiç ihtiyacı olmayan güçlü bir adam olmasına rağmen kendini bir unvana ve dolayısıyla da soya bağlıyor. Hayatına ithaf edilmiş anlamların babası ve kahramanı bildiği adam tarafından ara sıra hatırlatılması Yağız’ı zorlasa da Hazan’a aşık olana kadar kimliklerine isyan etmesi için bir sebep yoktu. Farah’ın çok isabetli tespitiyle mezarlıktan, yani sevdiği kadına dokunabilmenin ve sarılabilmenin özgürlüğünden sonra Yağız’ın eskisi gibi olmadığı çok açık. Artık ruhuna bulaşmış tüm ithaflara, özellikle abi olmaya sadece isyan etmediğini aynı zamanda öfkelendiğini de görmeye başladık. Yağız’ın Hazan’a duyduğu aşktan ölesiye kaçmasını ailesine duyduğu güçlü bağ nedeniyle biraz anlayabilen izleyicinin bugüne kadar annesine hep karşı gelebilmiş, ondan çok ayrı bir ahlak anlayışı kurabilmiş bir kadının yani Hazan’ın “benim aşkım kirli” isyanını anlaması ise mümkün olmuyor.
Halbuki çok özlediğimiz güçlü kadınlar tam da bu kadınlar değil mi? Erkeklerden daha büyük sorular sorabilen kadınlar. Başkaları üzülmesin diye kendimizi mutsuz ederek kurulmuş bir geleceğin veya bir çocuğa işkence edilerek kurtulmuş bir dünyanın daha iyi olacağının garantisini kim verdi, diye sorabilen kadınlar değil mi aradığımız? Hani o dünyayı değiştirecek olanlar… Hani o tek bir çocuk ölmesin, evsiz kalmasın diye kendini tankların önüne atan Rachel Corrie’ler. İşte onlar.
Hazan gibi güçlü bir kadının, dürüstlüğünden taviz vermediği gibi, Yağız’ı da ruhunu işgal etmiş atıflardan sıyırarak soy kütüğünün önemli olmadığı bir alana çekmesini bekliyorum. Bu tek bir kırılma anıyla olacak gibi duruyor ki, Ece’nin bahsettiği büyük patlama da bu ana tekabül ediyor. Bedenlerin, ruhları sıkıştığı dar alandan kurtarma şansı var. İyi ki de var. Başka türlü özgürlüğün büyüsünü anlamamız da mümkün olmazdı. Beden ara sıra ruhtan özgür olmak ister, dans etmek de, spor yapmak da böyle eylemler ki sporun dizide yeterince olmasa da kullanılmasından memnunum. Fakat sadece Yağız ve Hazan’ın değil tüm karakterlerin ruhları benim izlemeye gücümün olmadığı onca bölüm boyunca ezilmiş. Bunların altından başka ne biçimlerde kalkıyorlar, ruhlarını ve bedenlerini nasıl canlandırıyorlar merak ediyorum.
Hiç izlemesem de fragmanlarından anladığım kadarıyla İstanbullu Gelin’de de yine aynı hanede yaşayan bir ailenin birbirleriyle olan gerilimli ilişkileri ana konu. İki dizi arasındaki temel fark, İstanbullu Gelin’de gereksiz trajedi yerine hayatın içinden anlara, hayatla mücadele yöntemlerine gerektiği kadarıyla ve çok eğlenceli bir dille yer verilmesi. Tüm gerginliklerine rağmen ailenin bir kutlamaya beraber katıldığını, şarkı söylediğini, güldüğünü hayatın tüm gerçekliğiyle akıp gittiğini, haliyle de inandırıcılığın hep canlı olduğunu izlemesem de anlayabiliyorum. İki dizinin senaristlerinin ve yapım şirketlerinin stratejileri ve politikaları farklı olabilir. Bu tür karşılaştırmalar sevdiğim karşılaştırmalar da değil ama Yağız’ın bunca zamandır sessizce Hazan’ı severken onu rüyasında hiç görmediğine, onunla ilgili hiç hayal kurmadığına, ona hiç veremeyeceği bir hediye almadığına inanmamızı bekliyorsunuz. Doğum günü yok, yıl dönümü yok, batmakta olan Egemenler kozmetiğin piyasa durumunu nedir bilen yok, kendi kendine şarkı söyleyen yok, her şeyden bıkıp sadece araba kullanarak uzaklaşıp gidenler yok, Ece’nin bebeğinin getirdiği umuttan bahseden yok. İşte tam bu noktada seyirci yoruluyor ve sıkılıyor.
Şu anda çekim tekniği, senaryosu ve dramıyla en geleneksel iş olması hikayeye hayatın kesitlerinin katılmasına engel değil. Biz, Süper Baba’da olduğu gibi sıradan bir ailenin günlük hayatının tarihe geçtiği bir televizyon kültüründen geliyoruz. Egemen’lerin ve Çamkıran’ların sürekli birbirlerine aile olduklarını hatırlatıp durmalarına rağmen aile falan olamadıklarını ancak Hazım Egemen’in penceresinden herkesi ve her şeyi izleyerek ve gözetleyerek ayakta tutabildiği insanlar topluluğu olduklarını, unutulan bir doğum gününden daha iyi ne gösterir ki?
Yolunuz açık, reytinginiz bol olsun…
URBAN FRINGE