The Walking Dead:
Dünyayın sonunu zombiler getirmiş: Bu insan yiyen ölüler her yerde, üstelik ısırılırsanız siz de zombi oluyorsunuz. Yakışıklı şerif Andrew Lincoln hayatta kalanları koruma görevini iş edinmiş (Love Actually’de en iyi arkadaşının karısının kapısına dayanıp “Seviyom ulan” diye pankart açan ezik çocuk ne ara büyüdü de dünyayı kurtarır oldu diye şaşırmayın). Zombiler herkesi çıtır çıtır yerken Andrew bir yandan da Lost’daki Jack misali “Allahım ben lider miyim? Evet evet, liderim. Ay, yok acaba değil miyim?” gibi bunalımlarla boğuşuyor. Kızınız zombi olsa onu canlandırır mıydınız, hayatta kalmak için başka insanları yemek mübah mıdır gibi varoluşşsal mevzular da cabası.
The 100:
Dünyanın sonunu nükleer savaş getirmiş. Tek kurtulanlar savaş sırasında 12 ülkeyi temsil eden 12 uzay gemisinde yaşayan bir avuç insan. (Ülkelerin içinde tabii ki Türkiye yok. Bizi yine aralarına almamışlar. Ah şu değerli yalnızlığımız.) Bu gemiler birleşip beraber yaşamaya başlıyor ve en ufak suçu bile ölümle cezalandırıyorlar, 18 yaşından küçükleri hariç. O yüzden hapishane ergen kaynıyor. Bakıyorlar su, oksijen hepsi bitmek üzere 100 tane suçlu genci dünyaya yollayıp “Gidin bakalım, yaşam kalmış mı bize haber edin,” diyorlar. Dünyayı gençlik mi kurtaracak yoksa kalan iki karış toprak da ergen triplerine kurban mı gidecek orası daha belli değil.
The Strain:
Dünyanın sonunu vampirler getiriyor. O da yetmezmiş gibi vampirlik bir virüsle salgın hastalık gibi bulaşıyor. Bir gün New York’a garip bir uçak iniyor, dört kişi hariç içindeki herkes ölmüş. Bedenler morglardan da kaybolmaya başlamasın mı? Bir de tüm kötülüklerin babası mistik yaratığımız var. Kahramanımız ise salgının sebeplerini araştıran doktor Goodweather. Goodweather’ı House of Cards’da alkolik senatör Peter Russo’yu oynayan Corey Stoll canlandırıyor. Stoll’un kafasında Liberace’ninkinden beter bir peruk olduğundan kendisini tanımakta zorlanabilirsiniz. Ama dizinin yaratıcısı Pan’s Labyrinth’den tanıdığınız Guillermo del Torro dersem hikayenin tarih, mitoloji ve kutsal kitapların kehanetlerinden nasıl beslendiğini anlamakta zorlanmazsınız bence.
The Last Ship:
Dünyanın sonunu bir virüs getirmiş. Nüfusun yüzde ellisi ölmüş. Amerikan donanmasından bir gemi ve mürettebatı hayatta kalmayı başarmış. Başlarında Grey’s Anatomy’nin McSteamy’si Eric Lane var. Dünyayı kurtarmak ve virüse karşı bir aşı geliştirmeye çalışan güzel doktoru korumak da McSteamy’nin işi. Proje Transformers, Armageddon gibi milliyetçi-maço adrenalin bombalarının mucidi Michael Bay’in elinden çıktığından bol bol Rus ajanlar, El Kaide gibi kötü adamlara karşı savaşılıyor. Ve diğer kıyamet dizilerinin aksine The Last Ship dünyanın eninde sonunda kurtulacağına emin olduğumuz tek hikaye. Çünkü Michael Bay’in “yürü be koçum” evreninde iyiler hep kazanır dostum.
The Leftovers:
Dünyanın sonunu bilinmeyen bir güç getirmiş. Dünya nüfusunun yüzde üçü, yani dile kolay 140 milyon insan ortadan kaybolmuş. Bebekler, kocalar, sevgililer, en yakın arkadaşlar buhar olup uçmuş. JLo bile ölmüş, öyle bir acı. Hikayemiz bu ani kayıptan üç yıl sonra başlıyor. Ufak bir şehirde polis şefi Kevin Garvey ve yakınlarının bu felaketle nasıl başa çıktıklarını epey yavaş bir tempoda izliyoruz. Kevin (Jennifer Aniston’ın manitası Justin Theroux) bir takım halüsinasyonlar görüyor, karısı sadece beyaz giyen ve hiç konuşmayıp zincirleme sigara içen bir tarikata katılmış; kızı asi ergen triplerinde, oğlu çete mi tarikat mı anlamadığımız bir olayların içinde; babası akıl hastanesinde ama belki de olayın sırrına vakıf tek kişi, tam emin değiliz. Bir de Liv Tyler var, o da sorunlu ve güzel kız kadrosunda. Dizinin başında Lost ekibinden Damon Lindelof var ama pek aksiyon yok. Ortam epey depresif ve gidenler niye gitmiş belli değil. The Leftovers kıyamet mevzuunu büyük kahramanlar, canavarlar olmadan işleyen; gündelik kıyametlerimize dokunan tek iş diyebiliriz.
The After:
Dünyanın sonunu bilinmeyen bir afet getirmiş. Bilinmeyen diyorum zira Amazon’un yeni dizisinin sadece bir bölümü yayınlandı. (Evet bildiğiniz Amazon, hani kitap aldığınız) Amazon şubat ayında pilot bölümü izleyiciye sundu ve “beğenirseniz devamını çekeriz” dedi. İlk sezonun 2015’de yayınlanması bekleniyor. Dizinin başında 11 yıl sonra televizyona dönen X Files’ın yaratıcısı Chris Carter var o yüzden beklentiler de yüksek. Şimdilik hikaye şu: Los Angeles’da bir grup insan bir otelde mahsur kalır. Bir uyanırlar ki etrafta medeniyet namına hiçbir şey kalmamış. Üstelik hiçbiri bir önceki gün neler olduğunu da hatırlamıyor. Carter, Dante’nin İlahi Komedya’sından esinlendiği hikayenin tıpkı eserde olduğu gibi 99 bölümden oluşmasını planlıyor.
Falling Skies:
Dünyanın sonunu uzaylı istilası getirmiş. Teknoloji, askeri üsler ve nüfüsun yüzde doksanını yok etmişler. Uzaylıların amacı pek belli değil ama çocuklara kafayı takmışlar. 8-18 yaş arası çocukları toplayıp omurgalarına itaat ettirici bir çip yerleştiriyorlar. Çipi çıkarınca çocuk ölüyor. Dünyayı kurtaracak kahramanımız ise atletik tarih profesörü Tom Mason (E.R.’da George Clooney’nin kankasını oynayan Noah Whyle). Mason’ın ekürisinde emekli bir asker, aşırı güzel bir kadın ve çeşitli başka asiler var. Bir de tabii ki Tom’un oğlu kayıp. Yapımcımız Steven Spielberg, yani bol bol görsel efekt, devasa uzay gemileri ve çeşit çeşit uzaylı beklemek hakkınız. Ama iyi diyalog, akıcı hikaye, inandırıcı oyunculuk gibi beklentileriniz varsa bu kıyamet senaryosunda onlar yok.
Under the Dome:
Dünyanın sonunu gizemli bir kubbe getirmiş. Küçük Amerikan kasabası Chester’s Mill’in sakinleri bir sabah bir uyanır ki, tepelerine şeffaf ve yıkılması imkansız bir kubbe inmiş ve onları dünyanın geri kalanından soyutlamış. İnternet yok, dışarıya çıkmak yok, elde kalanlardan başka yiyecek yok derken, başını eski asker Barbie’nin çektiği kahramanlarımız bir yandan kubbenin sırrını ortaya çıkarmaya bir yandan da içerdeki kaosu durdurmaya çalışır. Kaosun aslan payını ise Breaking Bad’in Hank’i Dean Norris’in canlandırdığı Big Jim çıkarmaktadır. Stephen King’in romanından uyarlanan Under the Dome, uçuşan pembe kelebekleri, ölüp ölüp dirilen kadrosu, “Dünyayı bunlar kurtaracaksa kalsın canım,” dedirtecek embesillikte liseli tayfasıyla kıyameti anlatmaktan çok kıyametin kendisi olan bir dizi.