Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Doruk Önal'ın festival izlenimleri #03
 
Festival tüm hızıyla devam ediyor ama ilk dört gün itibariyle ben biraz gerisinde kaldım sanırım. Elbette daha çok film ve zaman var. Bünye ısınıyor. Telefonun alarmına güvenip, hareket edenin sonu elbette filmi kaçırmak olacaktı. Enemy/Düşman filmini seyir listemizden şimdilik uzaklaştırmış olduk.

">Buluşma: Anna Odell'in bol ödüllü bu yapımı, festival programında tanıtım yazısını okuduğumda o an dikkatimi çekmeyi başardı. Özellikle 'Gerçek ile kurgu arasındaki ince çizgiyi epey esneten' lafı filme gitmek için yeterli bir sebepti benim için. Odell hali hazırda İsveçli ünlü bir sanatçıdır. Filmde de bir sanatçıyı yani kendisini canlandırıyor ya da diğer haliyle belgeliyor.

Film yirmi yıl sonra bir araya gelen ilkokul arkadaşlarının eğlenceli, bol kahkahalı sohbetleriyle başlıyor. Biraz sonra Anna'nın içeriye girmesiyle ve önceden hazırladığı kağıttan da faydalanarak eski dostlara içini dökmesiyle ortam gerginleşiyor. Herkes, geçmiş güzel anılardan konuşurken, yirmi yıl önce dışlanma korkusuyla bir türlü ağzını açamamış, diğer çocuklar tarafından şiddete, baskıya maruz kalmış ve alay edilmiş biri olarak, onlara içini döküyor. Başlarda bu hazin ve trajik olaylar karşısında insanlar onun karşısında başını eğme, özür dileme gibi inceliklerde bulunurken, iş çığrından çıkınca yaka paça sokağa atılıyor güzel Odell.

Fakat asıl hikaye buradan sonra başlıyor. Birinci bölüm sona ermiştir. Meğerse bu olayların hiçbiri yaşanmamıştır. Hepsi Odell'in yukarıda bahsettiğimiz buluşmaya çağırılmaması üzerine, 'Eğer gitseydim ne olurdu?' sorusuna cevap aramasının bir ürünüymüş. “İlkokulda zorbalığa maruz kaldım ve bu deneyimlerimi kullanarak hiyerarşide bir değişiklik olduğunda grup içinde mevcut ilişkilerin bu değişiklikten nasıl etkileneceğini araştırdım.” diyor Odell.

Film içerisindeki filmini bitirdikten sonra, filmi bir de hikayenin gerçek kahramanlarına izletip, onların sözlerini duymak istiyor. Neden çağırılmadığı? Ona neden öyle davranıldığı? gibi sorularla, bir türlü istediği cevaba ulaştıramıyor bizi film. Bazıları yaptıklarını hatırlamıyor ya da özür dileyerek geçiştiriyorlar.

Öyle ki, ikinci bölümde, kameranın kullanım biçimi, profesyonel bir seviyede olmasa, filmde gerçekten arkadaşlarını oynattığını düşünecektim. Bu bölümde amatör kamera kullanımının tercih edilmesi daha başarılı bir sonuç verebilirdi. Görüntülerin basit olması ve bir atmosfer yaratmaktan öteye gidememesini önemsemezsek film başarılı. Odell'in parti sahnesinde oyuncu olarak yer alan kişi ile gerçekten arkadaşı olan -filmde- kişinin bir barda karşılaşmaları da filmin Gerçek mi? Kurgu mu? sorusunu ayakta tutmayı başarıyor. Fikir ve konusu itibariyle yaratıcı bir üsluba sahip olduğunu düşündüğüm bu film, Odell'in yaramaz çocuk misali, gözlerini kocaman açmasıyla bana daha da keyif verdi. 14-15-16 Nisan'da izleyebileceğiniz bu filme hala bilet bulabileceğinizi düşünüyorum.



Söyleşiden bendenize ait bir kare.

Söyleşi: Sanat Sinemamız Ne Durumda? - Nil Kural, Gözde Onaran

Benim için günün ikinci etkinliği, filmden çıktıktan sonra içtiğim kahveyi saymazsak, İstanbul Modern'de gerçekleştirilen söyleşiydi. Gözde Onaran ve Nil Kural'ın giriş yapıp, topu dinleyicilere atması yönünde bir seyir izledi söyleşi. Faydalı veya faydasız tartışmasına girmek istemem ama 'damarlarımızdaki asil kanda mevcut olan' birbirimizi dinlememe ve gereksiz muhalefet anlayışı bu tür konuşmaları pek bir sonuca bağlamaya yeterli değil gibi.

Konuşmaya Gözde Onaran başladı. Bağımsız sinema üzerine, hızlı bir girişle, bizi mevzuya ısındırdı. Herhalde orada bulunan çoğu kişinin ucundan köşesinden bu konuya dair fikirleri vardı ve bunu bilen Onaran 'içimizdeki şeytanları' açığa çıkarma çabasındaymış gibi geldi bana. Bağımsız Sinema'nın, Hollywood'a karşı duruşundan, ulusal bir kimliğin ürünü olmasından bahsedip, onu farklı ülkelerin, kültürlerin, etnik grupların kendini idafe etme çabası olarak tanımladı.

Metin Erksan'ın Altın Ayı ödüllü Susuz Yaz filminden bir kare.

Nil Kural ise Türk Sineması ile konuşmasına giriş yaptı. 60'lardan günümüze yönetmenlerden bahsetti. Yeşilçam'ın, bir endüstri olarak bakılmasa bile, L. Akad, M. Erksan gibi nadir bağımsız sinemacılara sahip olduğuna, Susuz Yaz'ın, Uluslararası platformlarda kazandığı başarısının önemine değindi. 70'leri, Yılmaz Güney kuşağı yönetmenlerin, bağımsız sinema kategorisine sokulabilecek filmler çektiği yıllar olarak ele alıp, 80'lerde bağımsız sinema adına üretilen eserlerin daha çok Avrupa Sineması'ndan devşirilmiş, bugün burun kıvırdığımız filmler olduğunu söyledi. Bağımsız sinemamızın yükselişinin 90'larda Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu gibi yönetmenlerle olduğunu, 2000'lerden sonra ise yeni ve genç yönetmenlerin, biçim ve içerik olarak farklı bir üslupla ortaya çıktığından bahsetti.

Genel olarak bağımsız sinemanın Türkiye'deki gelişimi üzerine konuştu Onaran ve Kural. Başka Sinema'nın sektörün kendi çözümünü yaratması ve başarılı olması açısından öneminden, filmlere yapılan desteğin çıkan yasa ile artmasına rağmen bunun cinsellik, şiddet ve aşırı unsurların törpülenmesine neden olmasından, filmlerin devlet politikasından etkilenerek bir nevi otosansüre uğramasından bahsettiler.

Bunun dışında Reha Erdem, Zeki Demirkubuz gibi yönetmenlerin, Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasal anlayışından farklı olmalarının, onları uluslararası arenada geriye düşürdüğünden söz edildi ve bunun sebebi olarak da bu platformların Türkiye'den NBC tarzı filmler talep etmesi dendi.

Gözde Onaran, sanat filmleri ve gişe filmleri arasındaki ayrımdan da kısaca bahsetti. Sanat filmlerinin, neden-sonuç ilişkisiyle ilerleyen, kendi içine kapanan gişe filmlerinden farklı olduğunu, neyi, neden yaptığını açıklayamadığımız, muğlak, gevşek, yapılara sahip, sonucu olmayan filmler olarak adlandırdı. Bu filmlerin “Bu filmin mesajı ne?” gibi bir derdin peşinden koşmadığını da ayrıca ekledi.

Böylesine bir girişten sonra sözü dinleyicilere bıraktılar. Halbuki söyleşinin ilerleyen zamanlarında kimin dinleyici olduğu pek muğlaktı, belki bizim sanat sinemamız gibi. Sanat sineması 'nedir, ne değildir?' tartışmaları da aslında bir sonuca varmamasıyla, insanları bu filmin, hikayenin bir parçası yapıyor. Herhalde bunu seviyoruz. Elbette bir sonucu, keskin tanımları olmalı demiyorum ama tanımlamaya çalışmanın kendisi de zaten bana fazlasıyla sorunlu geliyor. Tüketmenin hakim olduğu günümüz dünyasında, sanki bu sorulara bir cevap versek yarın işler değişecek ve yeni bir cevap arayacakmışız hissi var bende. Gözde Onaran'ı ilk defa dinleme fırsatı buldum ve kullandığı dil, konuşma tarzı çok hoşuma gitti. Özellikle sinemamızda on dakika yürüyen ve can sıkan adamımız için, “Yürüyen adam hali hiçbir şey anlatmıyor ön yargısı yerine, acaba ne anlatıyor? diye sormak gerekebilir,” cevabı ve buna benzerleri tam da benim durduğum nokta. Hep bir tanımlama halinden çıkmanın belki de zamanı gelmiştir. Elbette bunu sadece sinema için değil, hayatımıza, ilişkilerimize, düşüncelerimize de yedirmek gerek.
 
YORUMLAR




DİĞER HABERLER