Ya da
Hayatının bundan önceki pek çok gününü fazlasıyla andırmasa yaşadığından şüphe edeceğin uzun, yorgun, tatsız bir günün sonunda, yatağa girmeden önce en sevdiğin diziyi izledin. Günün en mutlu, tek mutlu saatiydi bu. Ama bitti. Dizilerin bitimli şeyler olduğu gerçeği, kim bilir kaçıncı kez, aynı çocuksu hazırlıksızlıkla yakaladı seni. Oturduğun kanepenin, kanepenin önündeki sehpanın, sehpa üzerindeki fincanın, fincanın altındaki keçe altlığın, keçe altlıktaki hafif ıslaklığın, fincandaki belli belirsiz çatlaklığın farkına vardın yavaş yavaş, bir rüyadan sıyrılırcasına. Gerçek hayata döndün ve buna henüz hazır değilsin. Kendini çok sevdiğin biri tarafından ıssız bir arazide aniden yapayalnız bırakılmış gibi hissettin. Ama bu en korunmasız, şaşkın anda bile yalnızlığının geçici olduğunun ayırdındasın, bu seni alttan alta avutuyor. Seni gündelik gerçeklikten koparan, hayatına renk katan şey, seni sen olmaktan çıkarıp bambaşka bir dünyaya dahil eden değerli hayali dostun, sevdiğin dizi, sevdiceğin bir hafta sonra bu saatlerde tekrar seninle olacak. Onu televizyondan, yayın esnasında izliyorsan zaten çaren yok, mecburen bir hafta bekleyeceksin. Mesafeleri, engelleri kabullenmiş ve sevdiğini bekleyecek olmanın da bir kıymetinin olduğunu bilen bir aşığın hafifçe mağrur sabrı sarmaya başladı içini.
Bilgisayardan ya da DVD player’dan falan izliyorsan böyle bir imkan olduğu halde biriktirecek kadar sabırlı olamayıp önüne çıktığı anda onu sabırsızca tükettiğin için biraz kendine kızdın. Her aşık gibi bahanen hazırdı, kendini kolay affettin: "Ama o öyle güzel ki…" Gidip yatacaksın, ama birazdan. Daha buna hazır değilsin. Sevdiğini uğurladıktan sonra uzun, hülyalı bakışlarla artık orada olmayan trenin ardından bakarak garda bekleyen aşık benzeri, taze anıların ve biraz daha sürecek olan mekansal yakınlık hissinin hazzını yaşamak için, bilgisayar başında kaldın. Bir aşığın, sevgilisiyle çekilmiş son fotoğraflara bakma ya da içindeki kıpır kıpırlığı birileriyle, mesela bir dostla paylaşarak kaçınılmaz ayrılma anını uzatmaya çalışma isteğiyle, neredeyse yarı bilinçli telefonuna uzanması misali, parmakların klavyenin tuşlarına dokundu. Sevdiğin dizinin ismini yazdın. Ne aradığını tam bilmiyorsun, arama motorunda karşına çıkan ilk seçeneklere göz attın.Ekranella’yı gördün, isim samimi ve halden anlar geldi. Beyaz tavşanı izleyen Alice gibi, büyük siyah kedinin peşine takıldın. Sevdiğin diziyle ilgili yazılar açılıverdi önünde, bir anda rengarenk bir hayal dünyasına daldın yine. Rahat ol, doğru yerdesin. Sen bir diziseversin.
Ya da
"Hiç de değil!" Şu an bu yazıyı okuyorsun ve bir ara verip arkana yaslandın. Tamam, okuduğundan nefret etmiş sayılmazsın ama "Allah aşkına canım, bazı insanlar bazı şeyleri ne kadar da abartıyorlar!" Yazanın adına baktın. "Hah tabii, kadın!" Kadın düşmanı falan değilsin, hayatın boyunca katlandığın uzun eziyetlere, kaçınamadığın romantik yemeklere, doğum günü ritüellerine, çiçek almalara falan bakıp da sana bunu diyen, nankördür ancak. Ama işte bu hal, bu romantize etme, yüceltme hali, içinde mizah da olsa bu coşkulu hal, seni bir şekilde sinir ediyor; yapan kadın da olsa, erkek de, nedenini bilmediğin bir huzursuzluk duyuyorsun içinde. Zaten bunlar hep kapitalizmin oyunları. İnsanları kendi fanuslarına, 9-6 mesaiye ve sonra da bir dört duvar evrenine kapatıp durmaksızın, bilinçsizce tüketmeye, tükettiğinin aslında kendisi olduğunun farkına varmamasını sağlamaya ve sonunda içi boş bir cips paketi gibi buruşmuş, yaşam enerjisi sönmüş halde uyumaya götüren şey, bu haz peşindeki aşırılıklar.
Sen dizisever değilsin ki zaten canım. Edebiyata, tiyatroya, sinemaya daha düşkünsün. Eh tabii arada bir televizyon da izlersin. Sevdiğin, değerli bir sinema oyuncusunu bir dizide gördüğünde mesela. Üniversiteden bir hocanı tebdil-i kıyafet simit satarken görmüşçesine, çaktırmamaya çalıştığın bir mahcubiyete eşlik eden vefa duygusuyla. Ha bir de belki bazı yabancı diziler, ara ara. "Mad Men dizi değil ki zaten, başka bir şey." Arada bir de, şey... Onun lafını etmeye değmez aslında. Aman neyse, çekineceğin bir şey yok ki... Evet, eşin- dostun sebebiyle bir yerli diziye de maruz kalıp baştan sona izlediğin, izlerken farkında olmadan kendini kaptırdığın oluyor. Bayıldığından değil ama, yumak peşine takılmış kedi misali, bu şeyler bir başladın mı gidiyor. Neydi o laf, hah: "O kadar kötü ki, iyi." Bu kadar, dizilerle ilişkin bundan ibaret yani. Burada bulunma sebebin ise sevdiğin bir arkadaşının sana e-postayla buradaki yazısının bir linkini yollaması. Şimdi görmemiş gibi yapsan ayıp olur. Okuyacaksın, mecbur. "Bu çocuk da aslında zeki ama işte kendini bu dizi mizi işleriyle harcıyor" türü hafif bir yazıklanma, iç çekmeyle. Ama nerden çıktıysa karşına bu yazı çıktı, başlık dürttü seni. Hoş bir şekilde değil de, ilk kez giydiğin tişörtün etiketinin boynuna batması gibi, daha çok bir rahatsızlık olarak dürttü. Yine de hoş geldin. Sana bir daha ‘dizisever’ demeyeceğiz ama istediğin zaman buraya bakabilirsin. Bu bizim küçük sırrımız olsun dostum. Görüşmek dileğiyle.
Ya da
Bu akşam iki arkadaşınla sevdiğin bir diziyi izledin. Ancak bu kadar uyumsuz bir çift olabilir dünya üzerinde: Kadın arkadaşın tam bir dizi bağımlısı, haftada yedi dizi falan takip ediyor veya öyle söylüyor, daha fazlası olabileceğinden kuşkulanıyorsun. Eşi/sevgilisiyse tam tersi, dizileri sevmiyor, küçümsüyor, dizilere karşı, tam bir anti-dizist. Elinden gelse dizi izleyenlere de karşı olacak ama işte, yeri dar. Arada bir "peh! /ya cidden nesini seviyosun şu saçma şeyin…" vb. sözler sarfederek izledi diziyi. Gerçi bir ara kendini kaptırmışa benziyordu ama toparlanıp müstehzilik-somurtkanlık kokteyli ruh haline döndü hemen. Sense tam ikisinin ortasında bir noktadasın. Sevdiğin diziler var, her sezon bir ya da iki diziyi, büyük oranda, izlersin.
Öyle aman aman bir dizi aşığı değilsin, olmazsa aramazsın yani. Zaten dolu dolu bir hayatın var. Hatta tanıdığın herkes hayatına bu kadar çok şeyi nasıl sığdırabildiğine şaşıyor, sen de alçakgönüllü bir gülümsemeyle "Abartacak bir şey yok. İyi bir zaman yönetimiyle, çok kolay." karşılığını veriyorsun onlara. Seni meşgul eden, çok sevdiğin bir işin var. Sevdiğin bir ailen, düzinelerce dostun var. Hafta sonları yeni yerler keşfetmeyi seversin. İş ve seyahat dışında da hobilerin var ve düzenli spor yapıyorsun. Hayatın esası denge işte. Zaman zaman kendini bitmek bilmez bir maratondaymışsın gibi, yorgun hissettiğin ve bu zamanı parçalara bölüp yönetme işini abartıp abartmadığını düşündüğün oluyor. Ama durup düşünebilecek kadar boş kaldığın süre o kadar kısa ki, bu kaygı uçuveriyor. Hayatında dizilere yer var, ama diğer her şeye olduğu kadar, abartılacak bir şey değil. Bu siteyi de dizikolik arkadaşın tavsiye etti. Onlar kalktıktan sonra, meditasyon ve uyku öncesi yüz maskene ayırdığın zamanda bir bakmak istedin. Aynı esnada açık telefon hoparlöründen annenle günlük konuşmanı yapıyordun ama site seni sardığı için gereğinden erken kapattın telefonu. Arada bir ufak tefek, minicik aşırılıklara da yer olmalı tabii hayatta, çikolatayı bir gıdım fazla kaçırmak ya da tablet başında tahmininden fazla oyalanmak gibi. Hayatın özü denge, bu da dengeye dahil. Sen bir diziseversin, tabii ki dengeli bir dizisever! Hoşgeldin.
Ya da,
Tüm bunları yazanın da 'mahsus' biraz abarttığının, karakterlerden değil 'tip'lerden söz edildiğinin farkındasın. İnsanlar enine boyuna bir değerlendirmede hiçbir zaman ikiye ya da üçe ayrılamaz. Ama kesin olan bir şey var. “Drama, sıkıcı kısımları çıkarılmış hayattır.” Hitchcock Amca’nın yıllar önce tüm tonton bilgeliğiyle filmler için söylediği bu söz, diziler için de geçerli. Hatta diziler için belki biraz daha fazla geçerli. Çünkü onlar filmlerden daha uzun bir zaman boyunca hayatımıza eşlik ediyor. Yani dizilerle ilişkisi nasıl olursa olsun, siyah kedinin arkasında herkes için yeterince renkli bir şeyler var. Ekranella’ya hoşgeldin!
*Fotoğraf: Cristina Enjuto