İngiliz kraliyet ailesi dünyanın en merak edilen insanlarından oluşuyor. Onlardan daha ünlüsü yok. Üstelik bu ünü kazanmak için hiçbir şey yapmaları gerekmedi, böyle doğdular. Düğünleri, cenazeleri, aşkları, çocukları, kıyafetleri, saç modelleri, seyahatleri her biri ayrı olay. Doğuştan ünlü oldukları için de haklarındaki diziler, filmler ilgiyle izleniyor haliyle.
Netflix’in on bölümlük dizisi The Crown Kraliçe 2. Elizabeth’in hükümdarlığının ilk yıllarını konu alıyor. Hikâye, Elizabeth’in (Claire Foy) Edinburgh Dükü Philip (Matt Smith) ile 1947’de evlenmesiyle başlıyor. Genç çift mutlu günlerinde evlerini kuruyorlar. Ardından Kral VI. George (Jared Harris) ölüyor ve Elizabeth kraliçe oluyor. İlk sezonu 1950lerin ortasına kadarki zamanı kapsayan dizi kraliçenin sorumluluklarıyla uğraşırken verdiği mücadeleyi anlatıyor.
The Crown’ın senaryosu 2006 Oscar ödüllü The Queen’in yazarı Peter Morgan’a ait. Dizinin ilk iki bölümünü ise Stephen Daldry yönetti.
Özetle dizide, kraliçe Elizabeth’in tacın gereklerini yerine getirmek için aile ve ilişkilerinden nasıl feragat ettiği, uyması gereken kurallar ve her şeyin nasıl yapılması gerektiğini dikte eden gelenekler nedeniyle kısıtlandığı anlatılıyor. İnanın kraliçe adına çok üzüldüm! Vah vah. Düşünebiliyor musunuz o sırada tüm dünyada sömürgeler kaderlerini belirlemek üzere hareketlenirken Elizabeth kendi sekreterini bile seçemiyordu, öylesine acıklı bir hali vardı yani.
Dizide dönemin tüm önemli olaylarına değiniliyor; Churchill’in (John Lithgow) yeniden seçilmesi ve hastalığı, 1952’de Londra’da yaşanan büyük sis felaketi, bağımsızlık hareketleri baş göstermeye başladığı zamanda buraların esas sahibi biziz, her şey bizden sorulur şeklinde İngiliz Milletler Topluluğu ziyaretleri, taç giyme töreni, ikide bir kral babam en çok beni seviyordu diye kendisini ifrit eden kız kardeşi Prenses Margaret ve Yüzbaşı Peter Townsend’in evliliğine itiraz ( babamın sevgili kızıysan kızısın, ben de kraliçe oldum n’aber in çok usturuplu bir şekilde ifade edildiğini düşünün), Anthony Eden’ın başbakanlığı ve Benzedrin bağımlılığı… hepsi burada.
Elizabeth aslında genç yaşında büyük sorumluluk isteyen bir görevi üstlenmek zorunda kalan, vaktinden önce olgunlaşmış bir kadın. Zaman içinde sarayın kuralları ve bürokrasi nedeniyle iyice kapana kısılan Elizabeth, kişisel arzuları, özgürlükleri, eş olarak sorumlulukları ve kraliçelik arasında bir seçim yapıyor.
Elizabeth’in kocası Philip’in durumu ise o yıllarda erkeklerin daha baskın olduğunu göz önüne alacak olursak, hiç kolay değil. Çocuklar babanın soyadını alamıyor, karısının arkasında yürümesi gerek, önünde diz çökmesi lazım, mesleğini yapmasına da izin yok. Eh tüm bunlar adamın fena halde gücenmesine yol açıyor tabii. Diğer yandan Philip herhalde mahalleden eczacı Necla ile evlenmediğinin farkındaydı. Tüm dünyaya hükmeden bir kadından söz ediyoruz. Üstelik Elizabeth’in ıvır zıvır işlerle uğraşan kocasına gereğinden fazla bile dayandığını söyleyebilirim. Philip havacılık dersleri alıyor, arkadaşlarıyla gezip tozup kafa çekiyor, insan içine çıktıkları zaman ise lafını ölçerek konuşmadığı için çamları deviriyor. Ben Elizabeth’in yerinde olsam çoktan biletini kesmiştim ama Elizabeth dindar bir insan. Boşanmak falan ona uzak işler. Bakmayın siz onun kraliçe olduğuna dizinin birinci sezonunda Elizabeth “ayı idi uyu idi kocam idi” zihniyetinde bir insan.
Yardımcı karakterler de diziye derinlik katıyor bu arada. Özellikle Vanessa Kirby tarafından canlandırılan bahtsız prenses Margaret ve Alex Jennings tarafından canlandırılan Prens Edward.
Son olarak dizinin kostümleri bir harika. Balo kıyafetleri, askeri üniformalar, takım elbiseler, seyahat giysileri hepsi olağanüstü. Zamanın modasının yanısıra saltanatı da tüm ihtişamı ve ağırlığını yansıtıyorlar.
The Crown’ın ikinci sezonunda bakalım neler izleyeceğiz. The Beatles’ın doğuşu, İngiltere’nin nükleer güç denemeleri, Margaret Thatcher’ın yükselişi ikinci sezonda değinilmesi beklenen konular arasında.
DEFNE AKMAN