Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Bohemian Rhapsody: Yuh!

Biyografi filmlerinin gerçekleri abartması, yeri geldiğinde kırpıp yeri geldiğinde birleştirmesi, hatta bazen yaşanmamış olayları bile hikayeye eklemesi normaldir. Hayat, dramın kurallarına uymaz. Pek çok bakış açısı gerektiren yoruma açık durumlarda objektif gerçek belki zaten imkansız ama bunu bir filmden beklemek iyice saçma olur. Bu durumda gerçek bir insanı anlatan filmin o kişinin doğasını, karakterini, kişiliğini yansıtması gerekir. Aksi takdirde ortaya ne idüğü belirsiz hilkat garibesi gibi bir şey çıkar. İşte rock tarihinin efsanevi gruplarından Queen ve solisti nevi şahsına münhasır deha Freddie Mercury’nin hayatını anlatan Bohemian Rhapsody de tam böyle bir film.

Yönetmenliğine Bryan Singer’ın başlayıp profesyonellikle bağdaşmayan davranışları sonrasında işten atılınca Dexter Fletcher’ın bitirdiği filmin beyaz perdeye gelmesi çok uzun sürdü. Freddie’yi en önce Sacha Baron-Cohen oynayacaktı, grubun gitaristi Brian May ve davulcusu Roger Taylor’la hikayenin nasıl olması konusunda bir türlü anlaşamayınca projeyi bıraktı. Yerine Dominic Cooper seçildi. O da yapamadı. Bu arada filmi baştan beri geliştiren senarist Peter Morgan’ı afakanlar bastı, o da ayrıldı. Yerini Anthony McCarten aldı, senaryoyu yeniden yazdı. Ama ne senaryo. Evlere şenlik!

Hikaye, grubun 1970’teki kuruluşundan 1984’te Londra’da gerçekleştirilen Live Aid konserindeki müthiş performanslarına kadar olan zamanı kapsıyor. Kapsıyor da baştan sona sıkıcı, baştan sona yalan yanlışla dolu. Esasa müessir olmayan hatalar değil bunlar (ki onlardan da bol bol var). Film, ne Freddie ne de grupla ilgili gerçeğin doğasını yansıtıyor. Öyle saçma ki, mesela Mazhar-Fuat-Özkan filmi yapıp bir de, ne bileyim, Cevdet diye gruba yeni bir üye eklemek ve sonra Cevdet’in baskısıyla müziği bırakıp kebapçı açtıklarını söylemek gibi bir şey. Bu kadar basmakalıp bir şekilde anlatılmasa neredeyse postmodern, hatta absürt bir parodi olacak film.

Belki de bir Queen filmi ilk baştan hataydı. Her başarılı grubun filmi olacak diye bir kaide yok. Hem Queen hem de Freddie Mercury gibi tanrıların hayatı tabii ki bizim gibi zavallı ölümlülerinkinden çok daha ilginç. Fakat bir filmi hak edecek kadar ilginç mi? Bu konuda şüphelerim var. Zira grupta mesela Beatles’da olduğu gibi bir (nispeten) çocukluk/ilk gençlik arkadaşlığı dinamiği yok. Yani yediği içtiği ayrı gitmeyen kardeşlerin düşman olup yeniden bir araya gelmeleri gibi bir şey anlatamazsın (film biraz buna oynuyor, birazdan değineceğim). Veya Eagles’da olduğu gibi ilk günden itibaren birbirinden nefret eden ve sürekli sinir harbi içinde albüm yapan bir grup değil. Led Zeppelin’in “mudshark” veya Rolling Stones’un “Redlands” gibi skandalları yok ki rock yıldızlarının aşırıya kaçan hayatlarını anlatabilesin. Hem kişisel hem de profesyonel hayatlarında grubun filmi çekilecek bir hikayesi yok zira sıkıcılar.

Ha, burada “Ama Freddie New York, Münih ve Londra’nın gay barlarında kasırga gibi esmiş, burnu kokain süpürgesine dönmüş,” diyebilirsiniz. Bir yere kadar tamam ama bunları da gayet mutlu mesut bir şekilde yapmış. Bir kere adam sabah kalkıp “Deri pantolonumu getir, arabayı da çalıştır, bara gidiyoruz,” gibi bir hayat yaşamamış. Herhangi bir uyuşturucu bağımlılığı da yok. Bu durumda Johnny Cash veya Ray Charles gibi kişisel dip muhabbeti de yapılamaz. Zira sadece kendinden emin, cinsel yönelimiyle barışık, hayatı istediği gibi yaşayan bir adamı Modern Zaman Caligula’sı olarak sunmak homofobinin önde gideni olurdu (ki bu kadar abartmasa da filmin Freddie’nin homoseksüelliğini itham eden bir havası var, buna da geleceğim).

İş böyle olunca Bohemian Rhapsody tamamıyla yalan bir portre çizmek zorunda kalıyor. Hem grubun hem de Freddie Mercury’nin anısına hakaret ediyor. Brian May ve Roger Taylor’ın olayları kendi süzgeçlerinden geçirdikleri belli. Arkadaşlarına son ihanetleri bu film.

Bohemian Rhapsody hiçbir şeyi doğru yapamıyor, bu gibi filmlerin olmazsa olmazlarını bile eline yüzüne bulaştırıyor. Grubun ilk zamanlar yaşadığı zorluklardan (ki belki en dramatik öğeler olabilirdi) eser yok. Taylor ve May’in önceki grubu Smile’ın solisti Tim Staffell ayrılınca Mercury’nin onlara katılması amatörce planlanmış. Heathrow’da bagaj görevlisi olarak çalışan, Parsi ailesiyle (özellikle babasıyla) anlaşamayan, geceleri de canlı müzik dinlemeye giden içine kapanık, zavallı bir çocuk Freddie. Gerçekte bundan bir yıl önce pılını pırtısını toplayıp Liverpool’a, sonradan Wreckage adını alacak Ibex grubuna katılmaya gidiyor aslında Freddie. Grup başarılı olmayınca Londra’ya dönüp Smile’ı takip etmeye başlıyor. Staffell ayrılmadan önce bile “Bu işi ben daha iyi yaparım, zaten sizin setlerinizde de şöyle hatalar var,” diyen, kendine güveni tam bir adam.

Basçı John Deacon da katılıp grup tam olarak kurulduktan sonra filmin atmasyonları devam ediyor. Konserden konsere gittikleri minibüslerini satıp bir albüm yapıyorlar. “Deneysel olalım” filan gibi saçma bir sözden sonra ancak 1970’lerin ortasında tam halini alacak o Queen sound’unu yakalıyorlar. Gerçekteyse en önce bir demo yapıyor grup, buna Chrysalis hariç hiçbir plak şirketi ilgi göstermiyor, onlar da cüzi bir rakam öneriyor zaten. 1973’te Trident Studios’u yöneten Londra gangsteri bozması Sheffield kardeşlerle anlaşıyorlar ama onlar da grubun parasını yiyor, bir kuruş göremiyorlar albüm satışlarından. Zaten ilk albüm bir fiyasko oluyor, ikinci albümdeki Seven Seas of Rhye’a kadar hit filan hak getire. Yani grup ilk üç - dört yılında çok zorlanıyor. Filmse bunu göstermeyip, Sheffield kardeşler bozgununu da es geçerek doğrudan grubun Elton John’un menajeri John Reid ve EMI’la yaptıkları anlaşmaya atlıyor. Sonra da zaten bir anda meşhur oluyorlar. Meşhur olduklarında müzik endüstrisine etkilerini bir türlü adamakıllı sunamıyor film. “Meşhur oldular, tura çıktılar, lay lay lom.”

Doğrusu o ilk üç albümün müzikal açıdan neler yaptığını bir şekilde hissettirmeden Bohemian Rhapsody şarkısının oluşumuna geçmek bir garabet yaratıyor. Queen II’deki March of the Black Queen ve sonraki albüm Sheer Heart Attack’in son parçası In the Lap of the God - Revisited, Bohemian Rhapsody’nin bir anlamda prototipi zahir. Mike Myers’ın oynadığı EMI yöneticisinin şarkıya olan antipatisi anlaşılır gibi değil. Ayrıca doğru da değil. Hem onlar hem de Queen’in ABD’deki plak şirketi Elektra şarkıyı beğeniyor aslında (o zamana kadar yapılan en pahalı şarkı, yiyorsa beğenme). Fakat 45’lik olarak zorlanacağı konusunda baskıları var. Grubun buna karşı çıktığı da doğru (ki aralarında da şarkının kaydı sırasında aynı tartışmaları yaşamışlar) ama film bundan dolayı EMI’la ayrıldıkları gibi bir intiba yaratıyor. Yani film yalan söylemediğinde bile doğruyu da tam olarak söylemiyor.

Bohemian Rhapsody’nin zaman ve mekandan bağımsız bir havası var. Sanki uzayda bir yerde geçiyor. Grubun tam da punk’ın sahneye çıkmasıyla bir anda ne kadar demode kaldığını, özellikle İngiliz müzik otoritelerinin onları hiç ciddiye almadığını göstermiyor. Burada özellikle Freddie Mercury’nin “benim dediğim olur, her zaman daha büyük, her zaman daha şaşalı” havasını veremiyor film. Bunlar adamın (ve grubun) karakterinin temel taşları. Gösteriş ve ihtişama dayalı bir eğlence üzerine kurulu bir grup bu. Tüm müzik otoriteleri rock’un politik bir duruşu olması gerektiğinde ısrar ederken grubun “Biz sadece sizi eğlendirmek için buradayız,” diyen bir şarkı yazması farklarını gösteriyor. Siyasi hiçbir eleştiriyi sallamayan bir grup bu, bu güveni göstermeden de film Queen filmi olmuyor heyhat.

Film, grubu bir aile gibi sunmaya çalışıyor ama bu da gerçekten uzak. Nispeten iyi anlaşıyorlar ama bir aile kesinlikle değiller. Turlarında hepsinin ayrı arabası var, farklı otellerde kalıyorlar, albüm veya turların arasında birbirlerini altı, sekiz ay görmedikleri oluyor. Filmde karakterlerin arada bir Bizimkiler’deki Tahta Kafa gibi “Biz bir aileyiz,” demesi komiğime gitti.

Freddie’nin kişisel hayatı da filmde acayip bir hal almış. 70’lerin başındaki sevgilisi Mary Austin’le olan ilişkisini normal ve doğal olarak sunarken, eşcinselliğini (bu konularda uzman değilim tabii ama Mercury’nin biseksüel olup olmadığı tartışılır) yargılıyor. Doğrusu Freddie’nin o queer karakteri her zaman var. Ve bunu da alenen ortaya koyuyor. Filmse şarkıcıyı çekingen, düşünceli, çelişkili bir adam olarak sunuyor bu konuda. Bir ara sevgilisi de olan menajeri Paul Prenter’ı onu yoldan çıkaran bir Lucifer (sonra da onu satan bir Yahuda – ki burası doğru) olarak gösteriyor. Yani bir anlamda Freddie’nin eşcinsel kimliğini siliyor film. Gay barda bir sahne koymakla o iş bitmiyor zahir. Bunun üstüne Freddie’nin AIDS olmasını biraz da “bıldır yediğin hurmalar” gibi sunması çok acı. (Annesi ve babasıyla olan bayat gelenek-gelecek tartışması da uyduruk – babasının son sahnesi kahkaha attırdı, o kadar salakça).

Rami Malek rolüne uymamış. Bir kere fiziksel olarak benzemiyor, o kafasından fırlayacak gibi bakan gözleri bir türlü Freddie’yi oynadığına inandıramıyor. Aksanı, konuşma stili, hareketlerinin Freddie’yle alakası yok. Herkes zıttını diyor biliyorum ama herkes yanlış. Açın bakın, YouTube’da herhangi bir Freddie Mercury röportajı izleyin. O panseksüel karizmadan eser yok. (Gwilym Lee, Brian May rolünde çok iyi ama filmin bence en iyi tarafı John Deacon’ı oynayan Joe Mazzello – i-na-nıl-maz buldum ben. Mimikleri, bakışları, konuşması...inanılmaz)

Aynı şekilde Live Aid konser sahnesini de beğenen çok. Buraları Bryan Singer çekmişti ve kamerasını olmadık yerlere koyarak o konserin gücünü azaltıyor bir kere. Kamera da yerinde bir türlü durmadığı için konserin tadına varamıyor insan. Hem müzik hızlı, hem resim hızlı olmaz: kurgunun birinci kuralı bu. Yani olur da, bir şey anlayamazsınız. Zaten Queen’in canlı performanslarının havasını da filmin geri kalan kısmında bir türlü gösteremedikleri için dünyanın belki de en ünlü rock konseri etkisiz kalıyor.

Yine de ben o kadar da takmadım, en azından şükür, film bitmişti. Son yarım saati dayanılmaz çünkü. Grup ayrılıyor bir kere çünkü Freddie solo albüm çıkarmak istiyor. Gerçekte ilk solo albümü Roger’ın çıkardığı gibi grup da hiçbir zaman ayrılmıyor. Live Aid’e yalvararak ancak giriyorlar (aslında Bob Geldof peşlerini bırakmamış). “Grubu yeniden kuralım, ben sizsiz bir hiçim,” diye yalvarıyor Freddie – bu May ve Taylor’ın kendi egolarını okşamasından öteye geçmiyor. O sahnede grubun yaptığı anlaşma da yine Freddie’yi bir anlamda kötü huylarından vazgeçen muzır çocuk gibi gösteriyor. Ve hepsinden de fenası, Freddie’nin AIDS olduğunu Live Aid’den önce öğrendiğini söylüyor film (gerçekte Nisan/Mayıs 1987’de teşhis koyuluyor). Bu da Freddie Mercury’ye en acı gününde bile sirke çıkan palyaço havası veriyor. Çıldırmamak işten değil. Rezalet bir film.


ALİ ARIKAN

YORUMLAR




DİĞER HABERLER