Hiç istemesem de bir şey itiraf edip başlamam gerekiyor. Masumlar Apartmanı’nı asla beğenmemek üzere izlemeye başladım. Ve ben eğer bir şeyi beğenmemek istersem kendimi buna ikna etmem hiç de zor değildir. Günün sonunda dört bölümün ardından, şu an bunları yazdığıma inanamasam da Masumlar Apartmanı’nı maalesef ama maalesef çok beğendim. Üzgün surat. Ya da en azından kendime bir kıyak yapıp bunun şiddetini biraz azaltayım ilk iki bölümünü çok beğendim, üç ve dörtte hikaye bambaşka bir yere evrildiği için neyse ki saçmaladı ve beni biraz daha mutlu etmeyi başardı.
Masumlar Apartmanı, televizyonlardaki yeni bir furyanın yani çeşitli akıl hastalıklarını sergileyip alt metninde aslında herkesin delirdiğini ve halinize şükretmeniz gerektiğini söyleme konseptli dizilerden biri.
Aynı zamanda televizyonlarımızdaki bir başka yeni bir furyanın, Psikiyatrist Dr. Gülseren Budaycıoğlu’nun meslek etiğini ve hasta haklarını, terapist - danışan gizliliğini yerle bir edip servetine servet kattığı ‘gerçek bir hayat hikayesi’ kitaplarından uyarlanıyor. Geçtiğimiz haftalarda buraya yazdığım ve hakkında epey konuştuğumuz yazımla hala aynı fikirdeyim. Bana kalırsa bu doktor hanımın lisansı elinden alınmalı. Masumlar Apartmanı’nın mihenk taşını oluşturan ve merkezine aldığı akıl rahatsızlığı da bu sefer OKB. Yani Obsesif Kompülsif Bozukluk. Herkes konuya hakimdir diye düşünüyorum ama dünyadan bihaber olanlarımız için de aşırı takıntı, temizlik hastalığı aynı yeri 44 kere Cif’lese de bundan asla tatmin olmama manyaklığı diye özet geçebiliriz herhalde. Kendi adıma hijyen takıntısını pek anlamayan biri olarak OKB’ye hiç bir zaman kafam pek basmamıştır.
Masumlar Apartmanı aynı hikaye kaynağından (ya da etik ihlali de diyebiliriz) doğmuş diğer kardeşlerinden yani Kırmızı Oda faciası ve gidici olduğu her halinden belli Doğduğun Ev Kaderindir’den bir kaç gömlek daha iyi çünkü her şeyden önce çok ilginç ve iyi kurulmuş bir senaryoya aynı zamanda rolüne epey inanmış oyuncu performanslarına sahip.
Dizinin çıkış fikri aslında Türk dizilerinde neden böyle olduğunu asla anlayamadığım bir yerden başlıyor. Ne kadar zengin ve varlıklı olurlarsa olsunlar hepsi aynı tek banyolu evde alt alta üst üste yaşamaya mecbur dört kardeş bir babadan oluşan bir Türk ailesini izliyoruz temelde. Arada bir kalp krizi geçirmek ve pijamalarıyla yatağına gömülü bir şekilde Sudoku çözmekten başka bir fonksiyonu olmayan bu baba bu ilginç dört kardeş arasında neden var bilmiyorum, anlarız diye umut ediyorum. Vasıfsız baba dışında diğer dört kardeşten en büyüğü Safiye ise dizinin çimentosunu oluşturan OKB hastalığından muzdarip. Ve şu anda bunu yazdığıma da inanamıyorum Ezgi Mola tarafından inanılmaz iyi bir şekilde canlandırılıyor. Üzgün surat. Buna dair ortaya koyabileceğim tek gıybet ise Safiye o kadar güzel yazılmış ki bu kadar derin ve git gelli bir karakteri ben de oynardım herhalde. Annelerinin sakatladığı çocuklar formatından can bulmuş Safiye, aşırı ağlak flashback’lerden gördüğümüz kadarıyla annesi tarafından küçükken o kadar acayip ezilmiş ki garip bir utanç duygusuyla asla temizlenemediğini düşünüyor ve mikrop takıntılı. Bitmeden tükenmeden sürekli temizlik yapıyor, bir sebzeyi en az dört kere yıkamak zorunda (Ispanak yıkadığı part’ın olağanüstü olduğunu söylemeliyim. Hepimizin hayatında olan ıspanaklar aşırı çamurlu ve asla temizlenmiyor pratik bilgisinin bir OKB’nin evinde nelere yol açabileceğini gayet net anlıyoruz). Safiye herhangi bir eşyaya dokunamıyor, en ufak şeyde evin tekrar kirlendiğini düşünüp tekrar temizliğe başlıyor ve doğal olarak İstanbul sokakları da bir mikrop yuvası olduğu için eve hapsolmuş durumda. Aile neden mesela Safiye’yi tımarhaneye kapatıp bu kabustan kurtulmuyor anlamış değilim. Bakkala verilen ‘Dört Cif, altı Domestos çamaşır suyu, sekiz kutu Ace’ siparişine bir ambulans, bir bayıltıcı iğne ve bir de deli gömleği ekleyip bu sorunu çözsünler istiyorum. Üzgünüm hayatım ama çok zor seninle yaşamak.
İkinci kardeş Gülben ise altına işiyor ve ablasının kuklası olmuş durumda. O da bir tür OKB sanırım ama Safiye kadar balataları sıyırmamış. Birazcık da olsa zorlayarak sosyalleşebiliyor ama intiharına bir adım kalmış düzeyde. Gülben’i canlandıran Merve Dizdar gerçekten dizinin en iyi oyuncusu bence. Çok iyi yazılan ve en güzel sahneler ona paslanan Safiye’yi oyunculuğuyla geçiyor ve olduğu her sahnede ışıldıyor (Umarım bunu okuduktan sonra gerçek hayatta birbirlerinden nefret ederler ve dizi dağılır). Bir yan karakterin sadece oyun gücüyle herkesten rol çalması ve işine bu kadar inanması umut verici. Dizi daha ilk bölümün ilk dakikalarında Safiye-Gülben üzerinden kurulan gerçek bir manyaklık anıyla şaha kalkmaya başlıyor. Gülben her sabah yatağına işedikten sonra, Safiye ile birlikte aşırı steril kıyafetlerini giyerek, bir çöp torbasına doluşturdukları yeni ve çişli çarşafı apartmanın boş bir dairesine atıyor. Evet, tahmin edersiniz ki daire ağzına kadar tek kullanım işenmiş çarşaf içeren çöp torbalarıyla dolu ve apartmanı bitmek tükenmek bilmeyen bir sidik kokusu basmış durumda. Komşular kaçış kaçış kaçıyor, aile apartmanın sahibi olduğu için kimse müdahale edemiyor, bu işten sadece emlakçılar zengin olmuş durumda.
Üçüncü kardeş ve dizinin jönü olan Han karakteri ise Türkiye’nin son dönemdeki en yakışıklı oyuncusu, kendisine bir crush’ım olduğunu saklayamayacağım, yer aldığı her projede bir öncekinden daha iyi bir performans sergileyen Birkan Sokullu tarafından canlandırılıyor.
Han karakteri New York’ta okumuş ve bu ruh hastası aileyle beraber yaşaması gerektiğine kendisini aşırı inandırdığı için aynı dairenin üst katına tıkılmış bir holding yöneticisi. Her şey onun için çok iyi gidiyor gibi bir klişe fikirden ilerleyeceklerini düşünürken bir anda onun da aslında kağıt parçaları topladığı ve bazı geceler vücuduna oturan dar takım elbisesini ve siyah fetiş çoraplarını çıkarıp, Süperman-Clark Kent gibi sokak sokak gezen bir çöp toplayıcısına döndüğünü, aslında psikopatlığın sınırlarında gezdiğini anlıyoruz. Şok edici bir fikir olduğunu söylemeliyim.
Dördüncü kardeş Neriman ise ünsüz biri tarafından canlandırılıyor o yüzden onunla çok ilgilenmedim şu an adını bile google’lamakla uğraşamam (Gizem Katmer). O da bu manyaklarla yaşaya yaşaya kendini cırmalamaya başlamış, orasını burasını gizli gizli yolan bir lise öğrencisi. Bu dört karakter ve işlevsiz baba Masumlar Apartmanı’nda bir arada yaşayarak oturdukları daireyi ve tüm hayatlarını bir kabuslar evine çevirmiş durumdalar. İşte senaryonun şu ana kadar yapılmış diğer Türk dizilerinden sıyrılıp, son dönemin en başarılı işi olmasının altında da bu sır yatıyor bence. Dizide hiçbir karakter tam olarak iyi değil. Hepsinin ayrı bir psikolojik sorunu var, kimse kimseden daha masum değil. Kimse haklı değil, kimse haksız da değil. Bilmiyorum daha önce başrolleri bu kadar anti kahramanın paylaştığı bir hikaye olmuş muydu? Bu kadar psikolojik sorunlu karakterin bir arada olmasıyla masumdan çok gotik bir Beyoğlu apartmanı izliyor gibiyiz. Aşırı uzun süresine rağmen tempo, tansiyon ve gerilim hikayeye çok iyi yedirilmiş ve ister istemez bu süre eğer bir saat inseydi ne olurdu diye düşünmeden edemedim. Bir saatte gerçek bir Türk aile dramasıyla HBO standardı yakalanabilir miyidi acaba?
İlk iki bölümünde ağırlığı OKB ve aile gerilimi üzerinden ilerleten Masumlar Apartmanı üç ve dördüncü bölümde ise içler bayıcısı bir romansa doğru yelken açarak, benim için takip edilir diziler yelpazesine veda etti ne mutlu ki.
Bu ana romans ise Han’ın bir kaza sonucu tanıştığı Farah Zeynep Abdullah’ın canlandırdığı İnci’yle tanışıp ona aşık olması üzerine kuruluyor. Farah Zeynep’in fecaat ve gözle görülür bir şekilde dizinin en kötü performansıyla canlandırdığı İnci ise doğum gününde ailesini kaybeden Birkan Sokullu kadar tutmasa da gelecekte tutarlar listesine alabileceğim erkek kardeşi ve gözle görülür bir psikolojik sorunu olmamasına rağmen bana kalırsa dizinin en ruh hastası karakteri muhafazakar dedesiyle yaşayan görece normal bir insan. İnci, Han’a aşık olup bir de çiş kokusundan emlakçı zengin etmiş daire boşalınca oraya ailecek taşınıyor ve kendi OKB’sine bakmadan kardeşini asla paylaşmaya yanaşamayan Safiye’yle birlikte apayrı uçlara gidiyorlar.
OKB ve anti kahraman kavramı üzerinden ilerlerken epey başarılı olan Masumlar Apartmanı, ağlak Sezen Aksu şarkılarına yaslanıp dakikalar boyu bakışmayla ilerleyen romantizm bölümünde de o kadar çuvallıyor. Diziyi izlerken bu karanlık hikayeye iki buçuk saatlik deli saçma süresi boyunca tahammül edebilmiştim ama iki buçuk saat boyunca gerçekten korkunç oynayan ve teknik olarak böyle bir şey mümkün olmamasına rağmen Ezgi Mola’dan daha çirkin çıkmayı başaran Farah Zeynep ve Birkan Sokullu bakışmalarına tahammül etmek pek mümkün değil. Ama çok ilginç ve güzel bir damar yakaladıklarını söylemem gerekiyor. Gülseren Budayıcıoğlu’nu öven herhangi bir şey yapmayı asla istemememe rağmen Masumlar Apartmanı’nı es geçemiyorum. Maalesef korkunç ve hayatta kaybetmeme sebep olmuş bir özelliğim olan sevmediğim şeye seviyorum diyememem gibi aynı şekilde beğendiğim bir şeyi de beğenmedim deyip yalan söyleyemiyorum.
Kendi kendimi karşıma alarak beğenimi dile getirdiğim Masumlar Apartmanı senaristlerinden de bir küçük ricada bulunarak bu yazıyı kapatmak isterim. Dizi TRT 1’de yayınlandığı için herkesin neredeyse boğazlı kazakla oynayacak kadar kapalı giyinmelerinin ve kafa dağıtmak için gece alemine çıktıklarında şalgam suyu söylemek gibi köylülükleri niçin yaptıklarının farkındayım.
Ama mesela Birkan Sokullu’ya bir duş sahnesi yazılamaz mı?
Aslında tamamen dizinin menfaati için söylüyorum bunu orada bir tutarsızlık seziyorum çünkü. Bu Han adam her gün o bacaklarını saran dar takım elbiseleriyle işe gittikten sonra OKB ablasıyla yaşadığı eve geliyor ve çoraplarını bile çıkarmıyor (Çok güzel hastane yatağında siyah çoraplarıyla uzun uzun yattığı bir ilk bölüm var. Durdurup durdurup izliyorum). Aynı zamanda kıyafet değiştirip geceleri çerin çöpün içine dalıyor. Sonra pis pis mi o eve giriyor? Şöyle uzun uzun koltuk altlarını sabunlayacağı bir duş sahnesi görsek fena mı olur? Sonra duştan çıktıktan sonra havlusuna sarınsa, bir havluyu da omuzuna atıp saçlarını karıştıra karıştıra yatağına oturup ayaklarına beyaz spor çoraplarını giyse…
On altı saat boyunca Sezen Aksu eşliğinde Farah Zeynep’le bakışarak öldürülecek zaman yerine tekrar tekrar bu duş sahnesini izlemeyi tercih ederim.
Yani minicik bile soymamışlar adamı. Her yer çamaşır suyu kokuyor, kendimi pazar günü annemin evinde hissediyorum, şu iklim krizi ve kuraklık beklediğimiz günlerde bile bir dizi uğruna suları açık bırakıp foşur foşur su israf ediyorsunuz. Ay bırakın evi bok götürsün.
Su israfını Birkan Sokullu’lu duş sahneleri için kullanalım lütfen.
Yine de yapanın eline sağlık demeliyim. Türk dizi tarihi içinde tüm manyaklığıyla kendinize çok özel bir yer açtığınızı itiraf etmem gerekli. Üzgün surat.
YİĞİT KARAAHMET