Pandemi nedeniyle verilen bir yıllık mecburi dijital aranın ardından yerli Cannes’ımız Başka Sinema Ayvalık Film Festivali bu yıl perdelerini yeniden açtı. Festivali bir hafta boyunca başından sonuna takip ettim ve izlediğim filmlerle ilgili küçük notlar aldım. Benim kritiklerim aşırı kişisel yorumlar içerir. Eğer detaylı ve sinema sanatına küsmek için eleştiriler okumak isterseniz sizler için çok iyi bir yer biliyorum. Altyazı dergisi. Onları okuyup hayatı sorgulayıp, sinema sektörünü elbirliğiyle batırabilirsiniz. Gullüm, madilik ve polemik isteyenler için aşırı şahsi film listesi ise burada. En sevdiğimden en nefret ettiğime sıraladığım sıcağı sıcağına notlarımı size Ayvalık dönüşü neredeyse her çeşme başında duran festival otobüsünden yazıyorum.
Küçük Anne
(Yönetmen: Celine Sciamma)
Film bittikten sonra Vural Sineması’nın çıkışında tüm annesini kaybetmişler, annesi hasta olanlar ya da annesini uzun süredir göremeyenler göz yaşları içinde bir dayanışma anı yaşadı. ‘Annenin çocukluğu senin çocukluk arkadaşın olsaydı ne olurdu?’ gibi basitler basiti ve çok tatlı bir fikirden yola çıkan film sadece 71 dakika (Festival için rekor) kısalıkta bir sürede sizi alıyor götürüyor. Duygulanmamak mümkün değil. Celine Hanım yaşayın var olun, başımızın tacısınız. Ne yaparsanız izlemek zorundayız artık bu son iki filminizin ardından. Festivalin en iyisiydi bence.
6 Numaralı Kompartıman
(Yönetmen: Juho Kuosmanen)
Küçük Anne olmasaydı ve anne kaybını bu kadar zarif deşmeseydi festivalin en iyisi bu derdim. O kadar güzel, etkileyici ve her saniyesi o kadar iyi tasarlannış bir film ki. Aynı kompartmanda karşılaşan iki alakasız insan üzerinden sınıf farklarına, entelektüel savaşlara, ezilmeye, toparlanmaya, sarhoşluğa ve en sonunda Kuzey Kutbu’na kadar uzanan bir destan gibi. En sevdiğim tarafı bu iki anti kahramanı İşe Yarar Bir Şey’deki gibi tek kompartmana tıkıp bize sirk gibi izletmemesi oldu. Tren mola verdikçe kahramanlar da trenden iniyor ve başka başka hikayeler, hepsi de birbirinden daha iyi anlar yaşıyor. Tüm tren sahneleri boyunca kendi ilk gençliğimde yaptığım tren yolculukları aklıma geldi. Vagonlar arası içilen sigaralar, soğuk gecede bilinmez bir yere gidiş, trenlerde gördüğün çeşit çeşit insan… Ve aşırı büyük bir sarhoşluktan başlayıp bunlar nasıl dost olacak dediğimiz iki insanın adım adım birbirine yaklaşması… Bir de o daracık vagonlarda, koridorlarda, iki kişinin dizlerinin değerek oturduğu ufacık koltuklarda bu filmi nasıl çekmiş anlamadım. Reji mucizesi budur herhalde. Tekrar izlemek için sabırsızlanıyorum. Asla kaçırmayın.
Dünyanın En Kötü İnsanı
(Yönetmen: Joachim Trier)
Sonunda güzel, özenli ve modern bir şey izleyebildik. Her hücresiyle sapasağlam yazılmış bir kadın kahramanın ilişkilerde nasıl savrulduğunu, ayrılıp barışmasını bir saniye bile sıkıcılık ve klişe tuzağına düşmeden anlatıyor. Çok güzel, epik anları var. Bir filmin güzelliğini seanstan çıkıp filmde yaşanan hissi üstünüzde bir parfüm gibi kalmışsa anlıyorum daha çok. Trier’nin filmi de saçlarımda kalan bir lavanta kokusu gibiydi tüm gece ona sarıldım aralarda.
Çatlak
(Yönetmen: Fikret Reyhan)
Zeki Demirkubuz, haydi evine kardeşim. Fikret Reyhan, Demirkubuz’un uzun zamandır yapamadığı her şeyi hem de harika bir şekilde yapmış. Festivalin en iyi sürprizi, en güzel şeylerinden biriydi benim için. Türk ailesi dediğimiz o toksik balonu muhteşem anlatıyor. Ve en ufak rolden en büyüğüne kadar tamamı tiyatroculardan oluşan cast bir o kadar da iyi oynuyor. Film bittikten sonra üstünüze ailenin toksiği siniyor, hatta saçlarınızdan damlıyor. Bir aile borcu üzerinden şekillenen film, o borcu konuşmak için bir araya gelen gelinler, damatlar, eltiler, babalar, çocukların o yemekte hesaplaşmasını anlatıyor. Gerilim her saniye artarken bir süre sonra siniriniz aşırı bozulduğu için kahkaha atmadan duramıyorsunuz. Gerçek bir Türk ailesinin her türlü açmazı ve çıkmazı kanlı canlı karşınızda. Herkesin herkese borcu var, özel hayat yok, saklı kalması gereken asla kalamıyor, yemeğin ortasında felçi babaanne içeri götürülüyor, baba insülin iğnesi yapıyor, her yerde uyuyan çocuklar katlar arası taşınıyor, dolma tenceresi asla evde bırakılmıyor… Film katıldığı bütün festivallerde ödüllere boğulduğu gibi Fikret Reyhan da Ayvalık’a KAV’ın (Kariyo Ababay Vakfı) verdiği 100 bin liralık ödülün de sahibi oldu. Bulursanız asla ve asla kaçırmayın. Ve sanırım gösterime girecek. Lisede bir fizik öğretmeni olan Fikret Reyhan’ın bu ikinci filmi, şu anda da yenisini çekiyor. Sinemamızın Heisenberg’ine selamlar olsun.
Petrov Grip Oldu
(Yönetmen: Kirill Serebrennikov)
Grip olan Petrov’un otobüsle evine giderken yaşadığı grip kafasından, tüm o halüsinasyonlarından Rusya tarihini izliyoruz Yani eğer Rus tarihini ve sosyal gerçeğini biraz bilseydim daha çok beğenirdim ama bu hali de çalıştı bende. Rüya dinlemeyi de izlemeyi de sevmem ama o kadar güzel ve bol para harcamışlar ki kaptırıp gidiyorsunuz bir şekilde. İzlenebilir. Ama sinemada izleyip bari o prodüksiyonun tadını çıkarın derim. Evde izleseydim üçüncü dakikasında kapatırdım.
Yeni Düzen
(Yönetmen: Michel Franco)
Bu filmi beğenirdim ama Azize Tan ve Cenan Tüzel o kadar övdüler ki ‘Yok şöyle sarsıldık, yok böyle etkisinden çıkamadık, bittikten sonra oturup dinlenmemiz gerekti’ diye, beklenti çıtam aşırı yüksek bir şekilde girdim ve tabii asla orayı karşılayamadı. Yani güzel aslında ama ne bileyim senaryoda dolduramadığım bir takım yerler oldu o da canımı sıktı. Kontrolsüz isyanın aslında çok da işe yaramayacağını gösteriyor. Mükemmel şehir içi isyan sahneleri var, prodüksiyondan asla kaçmamışlar. Ama işte o kadarla kaldı. Bilmiyorum ben isyan seviyorum, isyan olduğunda ne olacağını da o an düşünmek istiyorum galiba. Bir bakın derim, beğenen çok beğendi.
İnsanlar İkiye Ayrılır
(Yönetmen: Tunç Şahin)
Aslında Türk sinemasında pek rastlamadığımız incelikli, pek çok twisti olan güzel bir senaryosu var. Hani twist dediysem kendinizi yerden yere atacak kadar şaşırtıcı bir şey yok. Ortasında ne olduğunu tahmin ediyorsunuz ama en azından sürprizleri birbirine bağlamışlar. Geri dönüşler ve ileri dönüşler iyi kullanılmış. Ama kardeşim yani at gibi film çekmişsin. Bu kadar nüanslı ve incelikli bir sürü şey izledikten sonra bu kadar dümdüz, iki insanı karşılıklı oturtup konuşturmaktan öteye geçemeyen tekdüze sahnelerle sıfır heyecanlı, iç bayıcı bir reji gerçekten şişirdi. Yani başta BluTv logosu da çıktığı için arada bir durdurup kalkıp bir gezmek, kalkıp kahve yapıp oturup iki dakika izleyip yine durdurmak istedim. Elim durdurmak için hep koltuğun yanında kumandayı aradı. Ünlü ve çok iyi olduğunu sanan oyuncularıyla falan da pek çalışmadı. İyi senaryo, kötü reji baaaay!
Ev Hapsi
(Yönetmen: Aleksey German Jr.)
Benzerinden 487 tane falan daha izlediğimiz bu Rus filmimiz de fena değil aslında. Ama keşke benzerinden 487 tane daha izlememiş olsaydık. Bir de çok güzel olabilecek bir final anını ıskalayıp, ısrarla bize hiç de ikna olmadığımız bir başka finali kitlemeye kalktı. Neyse vasatlar arasında yerini alsın. Denk gelirseniz bir bakın isterseniz, denk gelmezseniz hayatınızdan bir şey eksilmez.
Örümcek ve Kız
(Yönetmenler: Silvan ve Ramon Zürcher)
Festival başlamadan en çok merak ettiğim film buydu. Herkes bayılıyordu çünkü. Ve seansa girmeden önce yemek yiyip girdim ve sonra onuncu dakikasından itibaren uykuya dalmakla gelmek arasında döndüm durdum. İtiraf edeceğim hiçbir şey anlamadan da utanç içinde seanstan çıktım. Ben yemek yediğim için uyuduğumu sanarken aslında tüm salonun uyuduğunu görünce bir rahatladım. Bir Altyazıcı “Olayı bu, hiçbir şey olmuyor. Çehov hikayeleri gibi…” dedi. Açık konuşacağım Çehov da sevmem, Sait Faik de. Uzununu yapamadıkları için kısa film çekildiğini düşündüğüm gibi, roman yazamadıkları için öykü yazılmış gibi gelir bana. Hiç ilgimi çekmedi, televizyonda görsem kanalı değiştiririm. Ama yine de dediğim gibi uyudum ve belki ben uyurken çok önemli şeyler olmuştur. Sanmıyorum ama….
Annette
(Yönetmen: Leos Carax)
Yani ben Leos Carax zaten sevmem, sevmeyeceğimi bile bile gittim. Çünkü Annette bu sene festivali açan filmdi ve tabii ki sevmedim. En iyi tarafı Adam Driver’ın olmasıydı çünkü Adam Driver bence AKP reklamında oynasa o bile iyi olur. Kötü tarafı ise geri kalan her şey ve Fransa’nın Zuhal Olcay’a cevabı olan Marion Cotillard’dı. Annette derinlerde bir yerde, sanırım konuya en yakın şeyi, bir stand up’çıyla bir opera sanatçısının aşkını ve kavramlara boğulmuş bebekleri olan olan Annette’in hikayesini bir müzikal olarak anlatıyor. Ama yani müzikal dediğimiz zaten çok az insanın sevdiği türde de bir adap vardır. Her saniyesinde müzik olmak zorunda değil bence. Beş dakika bile boş bırakmadı, ne kadar çok hissiniz varmış bu kadar çok şarkı besteleyecek. Annette bende hiç çalışmadı ama Altyazıcılar eminim beğenmiştir.
Memoria
(Yönetmen: Apichatpong Weerasethakul)
Gördüğünüz yerde kaçın. Bir filmde neyi sevmiyorsam her şeyin vücut bulduğu aşırı uzunluk ve aşırı sıkıcılık diyebilirim. Üstelik bir de başka iç karartma bonusu daha var. Amerika’nın Tülin Özen’i Tilda Swinton, yine Tilda Swinton’ın androjen maceralarından bir başkasını canlandırıyor. Tilda Swinton’dan gerçekten ama gerçekten çok sıkıldım. Ve bu film esnasında bol bol düşünecek vaktim oldu, yani aslında düşünmek yerine istesem Das Kapital’ı yeniden yazmayı da deneyebilirdim çünkü film 155 dakika gibi btmeyen bir dehşetlikte. Şunu düşündüm; Tilda Swinton şu ana kadar We Neeed to Talk about Kevin haricinde herhangi bir filmde kendisinden başka bir şeyi oynamıyor aslında. Wes Anderson’da da takma diş takıp kendisini oynuyor, Jim Jarmush’ta kendisi zaten vampire benzediği için kendisini oynuyor, geri kalan her şeyde ondan ve betliğinden hiçbir şey kaybetmiyoruz. Bu filmde Kolombiya’da İspanyolca konuşan Tilda Swinton’ı oynuyor. Öfff. Neyse filmin güzel bir tarafı var. Uykusuzluk falan çekiyorsanız birebir. Yani melatonin salgısı ya da papatya çayı gibi film yapmışlar. Altyazıcılardan biri bir rüya gibi izledim dedi. Evet bir rüya gibi gerçekten. Sadece rüya görebilirsiniz.
YİĞİT KARAAHMET