Bu sene Ayvalık’ta Vogue bana bir çekim işi kitlediği için epey az film izleyebildim. Bence genel olarak zayıf bir programdı, iklim temalı çok iş vardı. Açıkçası gerçekten yalnız bir erkek olarak dünyanın sonu ve iklimin ne olacağı beni o kadar da ilgilendirmiyor. Ama dediğim gibi aralarda mucize yakalayacak kadar çok filme giremedim.
İşte izlediğim filmlerin gayet kişisel yorumları. Gel vatandaş. Bizde filmi sevip sevmemeyi 3000 vuruş yazıyla kitleme yok, gayet net sevdik, sevmedik, neyi sevdik, neyi sevmedik diyoruz.
Açılış gecesi aşırı beyaz şarap içip, film başladığında ilk sahnede sızıp son sahnede gözümü açtığım için açılış filmi olan Pedro Almodovar’ın Acı ve Zafer’ini, geçen sene gördüğüm Kız Kardeşler’i ve nereye koysam olmayacak Mullholland Drive’ı dışarıda bıraktığım Başka Sinema Ayvalık Film Festivali listem en beğendiğimden en berbatına şu şekildedir:
Parazit (Parasite): Herhalde günün birinde bir film çekmek istesem ben de böyle bir film yapmak isterdim. Bong Joon-Ho beyefendi herkesten, her şeyden ve toplumun tüm katmanlarından nefretini, her birinin türünün ayrı bir paraziti olduğunu Altın Palmiyeli filminde böyle kusmuş. Bitmeyen ve tek bir karesinden bile gözünüzü ayıramadığınız bir hiciv, gıybet, nefret sağanağı Parazit.
Aşırı fakir ve bir o kadar da işe yaramaz bir ailenin dört üyesinin, çeşitli numaralarla zengin bir ailenin evinde çalışanların yerine geçmesiyle ilk 20 dakikadaki her şey Yeşilçam komedi-melodramları gibi. Bu arada dikkatinizi çekerim fakirler zenginin yerine geçmiyor, zaten bu imkansız, kendilerinden daha az fakir olanların işini istiyor.
Böyle mutlu, mesut ‘Ay ne kadar da komik’ diye başladığımız Parazit daha ortasına gelmeden müthiş bir twist’le, o ana kadar görmediğimiz, hiç kimsenin haberi olmayan tüm izleyicinin karakterlerle aynı anda öğrendiği bir gelişmeyle direksiyonu bambaşka bir yere kırıyor. Sonrasında ise bir sinema filminde gördüğüm herhalde en etkileyici (ve aşırı uzun) yağmur sahnesiyle birlikte ikinci yarıya ortalığı darmaduman ederek giriyor. Yağmurla birlikte hem mecazi hem de gerçek anlamıyla her yeri su basıyor, lağımlar patlıyor ve tüm Kore’den bok fışkırmaya başlıyor.
Kore’nin hem Altın Palmiyeli hem de o sene gişede en çok izlenen filmi olma özelliğine sahip, yani hem ticari hem de sanatsal olarak iki başarıyı aynı anda gerçekleştirmiş Parazit 1 Kasım’da sinemalarda.
Ayvalık’ta salonlar yıkıldı, ek gösterim haklarının çoğu bundan yana kullanıldı. Bence asla kaçırmamalısınız.
Bedenimi Kaybettim (J’ai Perdu mon Corps): Yani karşısında Parazit olmasaydı kesinlikle bunu en iyi seçerdim. Belki de sırf köylülüğümden animasyon diye biraz küçümsediğim için ikinci sıraya koymuş olabilirim. İlk seansta izlediğim ilk filmdi Bedenimi Kaybettim ve sonra pek az şey onun üstüne çıkabildi.
Laboratuvardan kaçan kesik el Paris sokaklarında sahibini ararken bir yandan da paralel hikayede elin sahibini binlerce şahane fikir, duygu ve merakla anlatıyor. Mesele el olduğu için tüm filmde dokunmakla ilgili pek çok harika his var. Kapı tokmağını tutmak, araba giderken eli camdan çıkarmak gibi… Her izleyende aynı şey oldu; filmi izlerken garip bir şekilde bir anınızı hatırlıyorsunuz, film sizi böyle, çocukluğunuzda unuttuğunuz bir yerde kilitleyip bırakıyor. Acayip de gerilimli bir yandan… Metrodaki fare sahnesi ve sizi havada asılı gibi bırakan finali unutulmazdı bence. Gördüğüm için en mutlu olduğum filmdi diyebilirim bir daha gösterilir mi bilmiyorum. O yüzden kendi kendimin Cannes jüriliğinde jüri özel ödülünü buna takdim ediyorum. Alkışlar efendim!
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (Portrait de la Jeune Fille en Feu): Bu sene programda bir hit gay And Then We Danced (birazdan aşağıda okuyacaksınız) bir de bu lezbiyen filmi vardı. Bence bu sene lezbiyenler açık ara kazandı. Gerçi beraber izlediğimiz lezbiyenler pek beğenmedi. Hayatım, queer’lerin hiçbirine kendi filmlerindeki cinsellik asla yetmiyor; ya yetmiyor, ya da sıkıcı kalıyor.
Çok güzel ve ince yazılmış, çok güzel çekilmiş, çok iyi oynanmış, evet biraz da uzun bir film. Bence bu filmde en iyi fikir filmin yardıran iki başrolünün arasına aşktan bağımsız olarak tamamen başka bir sınıftan ve yaştan, alakasız bir gündeme sahip hizmetçi kız almak olmuş. Bu üç kadın arasındaki ilişki başka bir durumun, yani ‘girlhood’ denen şeyin zamanın ve dönemin çok ötesinde olduğunu, ister 17. yüzyıl Fransası’nda isterse milenyal çağda başka bir metropolde ne kadar değişmez olduğunu gösteriyor. Filmde erkek cinsi sadece başında kadını sahile getirmek için ve sonunda oradan götürmek için geldiğinde görüyoruz. Geri kalan bütün sürede filme bir erkek sinek bile girmiyor,her şey kadınlar arasında geçiyor. Özellikle epik cadı ayini gibi olan ama aslında bir parti diyebileceğimiz sahne bu konuda zirve bence.
Çok iyi bir aşk filmi mi bilemem. Ama çok iyi bir ayrılık filmi olduğu kesin. Zaten ayrılık bölümünde iki peş peşe final çekilerek ders bayağı iyi çalışılmış. Gösterime girer herhalde diye düşünüyorum.
Genç Ahmed (le Jeune Ahmed): Dardenne dedelerden radikal islama bir tokat ya da neden çocuk yapmamalısınız temalı bir kamu spotu olarak da okunabilir. Moron çocuğunuzu belki de dövmeniz gerekiyordur ya da hadi hepiniz yallah Arabistan’a diye görmek de mümkün. Çok ölmedim ama kötü de diyemem. Güzel ,yani ben Dardenne kardeşleri seviyorum, ne çekseler izlerim.
Ve Sonra Dans Ettik (And Then We Danced): Bizi lezbiyenlere rezil ettiler. Tam bir proje filmi ve tam olarak da başından sonuna kadar öyle çekilmiş. Ben bu film ve benzerinden otuz beş tane izledim herhalde. Bir otuz beş daha izlerim sorun değil. Moonlight gay filmlerinin ‘hadi bunların bir de siyahlısını yapalım’ı ise bu da ‘hadi bunun bir de Gürcü danslısını yapalım’ı olmuş. Yeni hiçbir şey söylemiyor yeni bir şey de göstermiyor. Böyle de bir derdi var mı bilmiyorum, bence yok. Her yerde genel geçer ve kabul edilip, büyük beğeni toplayacak bir hikaye. Reklamın ve PR’ın gücü diyoruz. Zaten filmin yönetmeni Levan Akın’da PR’ı layığıyla ve hiç yorulmadan yapıyor. Mikrofon aldı mı eline, bırakması mümkün değil. Başroldeki adaşı Levan Gelbakhiani ise filmin en iyisi. Bu arada bir dedikodu da yönetmen Levan, oyuncu Levan’ı instagram’dan bulmuş. Bir koli olmuş mudur arada diye şöyle bir alıcı gözüyle de bakmadım değil.
Bu filmin samimiyetinin bir türlü geçemesinin en büyük sebebi zaten baştan samimiyetsiz olması ve belirlediği hedef kitle. Bayaa faghag’ler için yapılmış And Then We Danced. Rahatsız edici ya da düşündürücü tek bir yeri bile yok. Her şey çok soft, böyle mumuş mumuş. O yüzden aradığı aşkı heteroseksüellikte bulamamış, bunu rafa kaldırmış; hemcinsine bakmayı zaten epey ötelemiş kadın izleyici kendi aşk tatminini iki erkek arasında yasak olanda ve hep engellenende bulduğunda ona bayılıyor.
Benim için büyük hayal kırıklığı oldu.
Little Joe: Çok güzel kostüm, set, karakterlere zoom yaptıkça kadrajın dışına taşma gibi çok iyi fikirler var. Ama çok şeyi aynı anda anlatmak istiyor, bir süre sonra da odağınız kaymaya başlıyor. Kısırlaştırıldığı için üremesini insanların ona tapıp onu çoğaltması üzerine geliştiren bir bitkinin ve yaratıcısının hikayesini anlatan filmin kafası, bittikten sonra aslında garip bir şekilde bitkinin filmde insanlara yaptığı kafa gibi oluyor. Etkileyici aslında. Kötülerin en iyisiydi diyebilirim.
Meeting Jim: Bu tersine oryantal belgeselimiz Paris’te senelerdir evinde her pazar yemek veren Jim’in hikayesini bol bol yaşlı Jim’i konuşturarak ve onu bıkmadan takip ederek anlatıyor. Ama temel soruyu, yani ‘Bu yemeklerin parası nereden geliyor?’u sormuyor bir türlü. Kimdir bu Jim? Kara para mı aklıyor? Yoksa CIA ajanı mı?
‘Yüce Jim ne kadar harika’ temalı, hiç defo göstermeyen bütün işlerden aşırı sıkılıyorum. Jim’i bütün kusurlarından arındırıp neredeyse melaike şeklinde, bir saat boyunca konuşan kafa gibi anlatmak açıkçası bende empati kurmayı epey zorlaştırıyor.
Eş Anlamlılar (Synonimes): Temel meselesi Avrupa’da yabancılık; anladık. Ama bunu iki saat süre boyunca neden birbirinden kopuk sahneler halinde izledik hiç anlamadım. Aslında filmi de hiç anlamadım, kendimi gerizekalı gibi hissettim. Altın Ayı aldığı için daha da kafam karıştı. Mutlaka bir numarası vardır ve içine girmek gerekiyordur. Bende hiç çalışmadı. Tek iyi tarafı başrolün o koca kıçı ve aletiyle bol bol çıplak sahnesi olmasıydı.
Sargasso Denizi Mucizesi (The Miracle of the Sargasso Sea): Bu filmi de başrol oyuncusu Yunan kadınla (Youla Boudali) orada arkadaş olduğumuz için ve “Mutlaka görmeni isterim,” diye beni yediği için onun hatırına izledim. Ay geçiniz. Yunanistan’ın Sinan Çetin’i çekmiş bence. Çok derdi var hiçbiri bağlanmıyor birbirine. Yarısında çıktım sonra da bir şey söylememek için kadından fellik fellik kaçtım.
Kısalar: Hiçbir şeyin kısasının güzel olmadığı gibi Türk sinemasının geleceğine yön verecek kimisi büyük festivallerden ödül almış kısa filmlerin de hiçbiri güzel değildi. Valla sinemamızın geleceği buysa işimiz var bence.
YİĞİT KARAAHMET