Daniel Day-Lewis, bir hikayeyi ilgiye değer bulmuşsa yabana atmamak lazım. Hele bu daha önce birlikte There Will Be Blood / Kan Dökülecek filmini yaptığı Paul Thomas Anderson’un hikayesi ise. There Will Be Blood, Upton Sinclair’in Petrol romanının Anderson tarafından özgün bir yorumlanışı idi ve Anderson, romanı neredeyse bir çeşit oda tiyatrosu haline getirmişti. Anderson, kariyerinin başlangıcında yaptığı Boogie Nights / Ateşli Geceler, Magnolia / Manolya gibi filmlerde Robert Altman’ın mirasçısı gibi görünür. Hikayesini bir grup ya da bir aidiyet etrafında toplanmış kişiler arasında anlatır, ama Altman’dan daha belirgin biçimde grup içindeki gerilimlere, grubun üyeleri tarafından üstlenilen rollere, bu rollerin onları ne kadar, nereye kadar zorladığına, ne kadar değiştirdiğine bakar. Anderson, giderek grubun erkek üyeleri üzerinde billurlaşan hikayelere yöneldi. Belki de başyapıtı olan The Master’da bir inanç ortamının, kült’ün etkisi altına girdiği halde kendine ait vahşiliği, yırtıcılığı, ‘köpek-adam’lığı terketmeyen hatta onu daha yoğun yaşayan bir müridin hikayesini anlatır. Bu garip ve etkileyici film son dönem Amerikan sinemasının edebiyata en yakın filmleri arasındadır. Savaş sonrası Amerikası'nın şirazeleri sarsılmış genç erkeklerine bir bakış.
Yeni filmi, Phantom Thread (filme Türkçe bir isim bulunamadığı anlaşılıyor) bambaşka bir ortama, haute couture yani yüksek terzilik alanına bakıyor. Herkesi içine alacak bir film değil bu, ama içine aldıklarına, özellikle edebiyat sevenlere, bir Henry James ya da Flaubert hikayesi karakterlerinden alınacak tadı verecektir. Phantom Thread, iddialı yönetmeni ya da oyuncusu bunu zerrece umursamalarsa da, bazı ön yargılarla baş etmek zorunda; seçilmiş bir müşteri çevresi için elbiseler ‘yaratan’ bir zanaatkar daima sanat ile zanaat arasında sallantıdadır. Dahası, müzikallerde vb. olduğu gibi ‘eğlendirmeyecekse’, yaptığı iş sinemada genellikle garip bir iştigal alanı olarak kodlanır; dahası yüksek sosyeteyle dirsek teması kurmasına bir işbirlikçilik iması siner. Alan, ayrıca, terzi erkek ise, eşcinsel erkeğe ayrılmış gibidir. Bu kadar kılı kırk yarıyorsa, elbise dikmek gibi bir ‘bebeklerle oynama merakı’na sahipse ancak hakkında ardarda iki biyografik film çekilen Y. S. Laurent’dan bahsedilebilir mesela. Kadın ise, hakkında gene ardarda iki biyografik film çekilen Coco Chanel gibi beklenmedik yenilik yaratan birinden bahsediliyormuş gibi olabilir. Geleneksel olarak kendilerine ayrılmış bir alanda kadınların yenilik yaratmaları onaylanır ve ‘artı’ kabul edilirken, erkek aynı alanda at koşturmaya karar veriyorsa bu genellikle ondan bir şeyler ‘eksiltir’. Phantom Thread’in alaşağı ettiği şeyler arasında bu da var. Reynolds Woodcock eşcinsel mi diye merak edip durmayınız; Alma’nın diğer şeylerin yanısıra gerçek bir terzi mi yoksa sadece bir model mi olduğunu sormanın da fuzuli olması gibi.
Ayrıca böyle bir hikayede özellikle ‘Fransız bir şey’den bahsetmek gerekir sanki. Anglo Amerikan yüksek terziliğinin bir mensubu daima Fransız ekibin gölgesinde kalmak zorunda gibidir. Anderson’ın karizmatik İngiliz terzisi Reynolds Woodcock, hem yönetmeni hem de oyuncusu tarafından bütün bu ön yargıların hiçe sayıldığı bir portre. Terzihanesinin idaresini güçlü ve ayakları yere basan kız kardeşine emanet etmiş, onunla aynı evi paylaşan, ilk diktiği elbise annesinin ikinci evliliğinde giydiği gelinlik olan Woodcock, sinemadaki dandy ve eşcinsel karakter klişelerinden bazılarını taşımakla birlikte aslında daha çok fetişist, ‘seyredici’ ve mükemmeliyetçi biri. Kumaşa ve onu üzerine saracağı bedene tutkun gibi; Reynolds’ın hazzı kusursuz, ya da küçük kusurların bireysellik kazandırdığı kadın bedenlerine elbise dikmekten ve ‘eserinin’ önünde gezinmesinden ileri gelir. Dolayısıyla film, erkek mükemmeliyetçiliğinin neredeyse bir zorbalık olabileceği meselesine doğru kayar; heykeltraş Praxiteles ve kusursuz Afrodit heykelinin canlanması, ya da Shaw’un Pygmalion piyesinden yola çıkan My Fair Lady filminde Profesör Higgins’in bir Cockney çiçekçi kızdan ‘lady’ yaratmaya çalışması gibi…
Woodcock’un kadın bedenleri ile ilişkisi de, daha sofistike olsa da, bu ‘bir kadın yarattım’cılarınkine benzer. Onun zorbalığı, sadece bedeni kusursuz elbiseye yerleştirmek değildir; bu bedenleri bir süreliğine evine ya da hayatına da hapsetmeye ve elbiseyi de aşan bir sıkı düzene uymadıkları zaman çevresinden uzaklaştırmaya kadar da uzanır. Bİr nevi Mavi Sakal masalı olan bu gidişatta cinselliğin ya da duygusallığın rolü muğlak ya da en azından gelişigüzeldir. Bu bakımdan Woodcock’un bir pub’da garsonluk yapan Alma’yı ilk gördüğü sahne anlamlı; Alma, siparişini almaya gelmeden önce bir iskemleye takılarak sendeler. Bu bile, Woodcock’un küçük atipikliklerle zenginleşen kusursuzluk tarifine çok uygundur. Zaten onu ilk kez ölçülerini almak üzere atelyesine götürdüğünde göğüslerinin küçük olduğunu söyleyecek, Alma’nın hemen kusurunu kabul etmeye girişmesi üzerine, böylesinin daha iyi olduğunu da ekleyecektir.
Ne var ki, bütün atipik (ya da hepsi) aşk hikayeleri bir istisnanın hikayesi olduğu için Alma ile Woodcock’un hikayesi de, Alma’nın Woodcock’un sunduğu geçici toprağa sıkıca kök salması ve orada varlığını kabul ettirmesiyle devam eder. Alma, zaten anlarız ki ayakları toprağa basan biridir. Benzeri kadınlar ve onların ata/anaları olan gizli ilimlere vakıf rahibeler ya da femme fatale’lar gibi Alma da kendi hikayesinde ayak direyen ‘gafil’ erkeğin kolay ve etkili müdahalelerle nasıl yola getirilebileceğini bilir. Kendi alanının tek hükümranı olduğunu sanan Woodcock’da bu gülünç denecek kadar basit önlemler hemen sonuç verir. Yoksa Woodcock zaten bunları mı beklemektedir? D. D-Lewis’in sadece çenesiyle harikalar yarattığı uzun bir çiğneme sahnesinde Woodcock’un herşeyi bildiği ve istediği sonucuna varabiliriz. Roller değişir. Kontrol artık erkekte değildir. Bile isteye kadına bırakılmıştır. Öte yandan, filmi parça parça bölen bir konuşmadan da anlarız ki, Alma da sadece bir istilacı değildir; Woodcock’un mükemmeliyetçi karakterinin akışını kendi lehine çevirmenin, Woodcock’un ‘sanat’ı tarafından yeniden biçimlendirilmenin tadını çıkaracak biridir. Yeter ki, bütün kartlar karşısındakinde olmasın, hatta belki onun eli biraz daha iyi olsun.
Phantom Thread’de Hitchcock’un Notorius’unun zıddını andıran, sinema tiryakilerinin hemen sezecekleri bir gerilim var. Alma’ya Claude Rains, Woodcock’a Ingrid Bergman rolünü veren, ama karakterlerini çok daha zenginleştiren bu ‘kontrol' filmi, gerilim hayat boyu süreceği ve tehlikeye değil de aşka dayandığı için alışılmış bir gerilim filmi olmakla da yetinmiyor sadece; daha doğrusu gerilimle bir derdi yok da, aşk denen gerilimin doğuşu, sürdürülüşü ve sonunda bir mutabakatta eriyişini konu ediniyor. Banal olmaya cesaret edersek (kaliteden yıkılan Phantom Thread’in buna temelde itirazı olacağını da sanmıyorum, bütün film bu bir tek fikir için yapılmış gibi) ’nice maceralardan’ sonra varılan gerçek aşkın filmi bu. Tehlike, gerilim, vazgeçiş, teslimiyet ve sonuçta şefkat olmazsa gerçek bir aşk ‘macerası’ nedir ki?
FATİH ÖZGÜVEN
Künye:
Phantom Thread (2017)
Yazar ve Yönetmen: Paul Thomas Anderson
Oyuncular: Daniel Day Lewis, Vicky Krieps, Lesley Manville