Vanity Fair gazetecisi Maureen Orth, Amerika’nın farklı bölgelerinde işlenen ama birbirleriyle bağlantılı oldukları kesin olan dört ayrı cinayetin peşindeydi. Dergi için 10 bin kelimelik, detaylı bir dosya hazırlamaya çalışıyor, zengin ve eşcinsel maktullerin hikayelerini toparlamaya çalışıyordu. Yazısı dergide yayımlanmadan önce bir sabah, Miami’den, South Beach’te işlenen bir cinayetin haberi düştü. 90’ların en çok ses getiren cinayetlerinden biri işlenmiş, kendine sıfırdan muazzam bir miras inşa eden ünlü modacı, dahi, Versace markasının babası, zengin ve eşcinsel Gianni Versace, evinin önündeki merdivenlerde, tam bahçe kapısından içeri girerken kafasına isabet eden iki kurşunla öldürülmüştü. Bedeni, şaşalı, altından yapılma Versace logosu Medusa’yı taşıyan kapının önüne, merdivenlere serilmişti. Versace’nin yanında bir de güvercin kanlar içinde yerdeydi. Maureen Orth, makalesini hazırlarken elde ettiği bulguları gözünün önüne getirerek sordu: Ülke çapında aranan seri katilin son kurbanı Gianni Versace mi olmuştu?
American Crime Story’nin ikinci sezonu her ne kadar Gianni Versace’nin Suikastı alt başlığını taşısa da, Versace cinayetinden çok, Amerika çapında bir cinayetler serisi gerçekleştiren katili, Andrew Cunanan’ı masaya yatırıyor. Bu yüzden de dizinin Glee’den tanıdığımız yapımcısı, senaristi ve ilk bölümün yönetmeni Ryan Murphy kendi işini zorlaştırıyor. Cunanan kapalı bir kutu. İnsan öldürmekten, kurbanlarının acı çekmesinden zevk alan, kendini böylelikle tatmin edebildiği zannedilen bir sosyopat. Hayattayken ne kimseye röportaj vermiş ne de gerçek bir dost edinmiş. Onu anlamak ya da anlatmak, onun kişiliğinin derinliğine inmek ve onun hikayesini, izleyiciyi tatmin edecek bir şekilde televizyon ekranına taşımak imkansızın diğer adı neredeyse. Gerçeklikten sapmamaları, diziye belgesel havası ve özelliği vermeleri de pek mümkün değil.
Versace ailesi de diziyi gerçekten ziyade kurguya yakın bulduklarını açıkladı. Ancak Versaceler’in, Cunanan’ın büyük bir muamma olmasından dolayı mı yoksa Vanity Fair yazarı Maureen Orth’un Gianni Versace’yi anlatırken ailenin gizlemeye çalıştığı dehlizleri kazmaya çalışması yüzünden mi bu açıklamayı yaptıklarını da sorgulamak gerek. Donatella Versace’nin (Penolope Cruz) ‘’Onca şey onu öldürmedi…’’ ve 15 yıllık partneri Antonio D’Amico’ya (Ricky Martin) ‘’Tek yapacağın ona göz kulak olmaktı…’’ cümlelerinden, Gianni’nin ‘’bir hastalık’’tan muzdarip olduğunu tahmin etmek zor değil. Üstelik Gianni (Edgar Ramirez) dizide, kendi ağzıyla yataktan çıkamadığı, kolunu bile kaldırmaya gücünün yetmediği günlerden bahsediyor. Ayrıca Miami’de, San Francisco’da, gittikleri her yerde, bulundukları her ortamda muazzam bir ucu temsil ediyor Versace ve D’Amico. Homoseksüelliğe karşı tutucu ve önyargılı bakışından henüz kurtulamamış Amerikan şehirlerinde bu ikili, yeraltı kültürünün kült isimleri haline gelmişler. Gianni bu ‘’underground’’ gay kulüplerinden, pisliğin, uyuşturucunun, yozlaşmışlığın kol gezdiği henüz inşa edilememiş kültürden ilham aldığını da saklamıyor, ‘’fahişeler için elbiseler’’ tasarladığını söylemekten çekinmiyor. Fakat o elbiseler, ucuzluğu ya da yozluğu değil, saf güzelliği barındırıyor.
‘’Güzellik’’ kavramı, dizinin ortasına oturmuş, kalkmıyor. Ancak dizi, yine güzelliğin omuzlarında yükseliyor. Donatella Versace’nin söylediği gibi herkesin ‘’güzelliğe zaafı’’ var. Gianni zaten güzellik üzerine bir hayat, ev, iş ve düşünce dünyası inşa etmiş kendine. Etrafında toplanan herkes de ister istemez o dünyanın bir parçası haline geliyor. Murphy’nin kamerası daha dizinin ilk sahnesinde kayda başladığı anda sanki kameranın bir yerinde Versace logosu varmış gibi hareket ediyor. Gördüğümüz her şey, en pis manzaralar, cinayetler, cesetler bile bir güzellik kaygısı güdülerek çekilmiş gibi. Sanki Versace ölmedi, kamera kullanım tekniklerinde, yönetmenin sahne düzeninde, evin duvarlarında, Cunanan’ın kıyafetlerinde, Donatella’nın yürüyüşünde, D’Amico’nun kurumuş kanla gözyaşları arasında gidip gelen çehresinde yaşıyor. Dizi, Amerika’da gay olmayı, azınlık haklarını, AIDS’i tartışırken, güzelliğin kutsanmasını da başka bir karenin içine alıyor. Homoseksüellikten, elde edilmiş, kazanılmış şöhretten, paradan, şaşaadan evvel, bütün bu ‘’değerler’’e değer biçen dünyadan dert yanıyor Murphy. Hem hikayenin anlatımında karşımıza çıkıyor bu, hem de Cunanan’ın her hareketinde.
Aslında katil, zamanın kutsadığı bütün bu sözde değerleri kendinde toplamak isteyen, zaafları kendine hükmetmiş genç bir adamdan ibaret. Hem güzel olmak istiyor, hem de o konuşurken herkesin susmasını bekliyor. Gianni’nin ona bakmasını arzuluyor. Sadece onunla konuşmasını sağlamaya çalışıyor. Dikkatleri üzerine çekiyor, etrafında dönüp duran dünyayı umursamıyor. O, kendi dünyasını kendi etrafında döndürmek için çaba harcıyor. Söylediği her söz yalan olsa bile hiçbir önemi yok. Tek önemli olan, hepsini onun söylemiş olması. Kelimelerin ağzından damlaması. Bazen hayatın derinliklerinde kaybolan bir edebiyatçı olduğunu iddia ediyor, bazen bir mimara dönüşüyor. Bazense bir eskort. Adının önüne gelen sıfatın ne olduğunu değil, o sıfatın orada bulunmasını değerli buluyor. Öğrendiği, tanık olduğu, okuduğu, duyduğu her şeyi karşı tarafa satmakta uzman. Kronik bir yalancı ama yalanlarının etkisi kısa sürmüyor. Amerika’nın en çok aranan suçlularından biri olmak bile sanki ona şöhretin bir adımıymış gibi geliyor. Cinayeti işledikten sonraki gün gidip gazete bayiinden manşet olduğu bütün gazeteleri alması tesadüf değil. Unutulmamak istiyor. Ancak gerçek, onun yalanlarının ötesinde. Gianni’den bahsederken ‘’olabileceğim insan’’ yakıştırmasını yapıyor; ama Gianni olabileceği değil, yalnızca taklit edebileceği insan. Yalanlarına ikna edebilir belki, ama asla Versace efsanesini yaratamaz. Çünkü o bir takipçi. O, Instagram’da ünlüleri takip eden, meşhur olamadığı her günü de ‘’cehennemde geçen sıradan bir gün’’ olarak tanımlayan küçük bir kız ya da oğlan. Büyüyememiş. Kendiyle olan derdini bitirememiş. Hayatıyla barışamamış. Her şeyin daha büyüğünün peşinde ama daha büyüğünü elde edebilecek bir güçte değil. Evet, zeki gibi gözüküyor; evet, bilgiliymiş gibi konuşuyor. Ama hayatına ‘’gibi’’ler hükmediyor. Ryan Murphy de işte bu adamın peşinden gidiyor, bu adamın hikayesini anlatıyor.
Öte yanda, elbette ayakta kalmaya çalışan bir imparatorluk da var. Ama asıl meselemiz asla Versace markasının yaşaması değil. Gianni’nin ölümünden sonra ipleri eline alan Donatella, zaten daha ilk sahneden soğuk hava dalgası gibi gelip geçiyor, yasını tutmaktan önce abisinin hikayesini yaşatmaya bakıyor. Onun hikayesine bir türlü dalamıyoruz. Abisiyle arasında kurduğu ya da kuramadığı ilişkiyi bir türlü anlayamıyoruz. Fakat açık bir şey var: Gianni, Versace’nin kendisi. Donatella’ysa bir marka yöneticisi.
Hikayeyi anlatırken Murphy düz bir çizgiyi takip etmiyor. İzleyiciyi kendiyle beraber cinayetin öncesi ve sonrası arasında, bir o yana bir diğer yana sürüklüyor. Cunanan’ın kafası gibi karışık Murphy’nin kurgusu. Ama bu karışıklık, diziye ayrı bir gerçeklik katıyor. Cunanan’ın önceki adımlarıyla sonrakileri birbirinin ucuna eklemek, katille ilgili tek bir gerçekliğin asla kurulamayacağını gösteriyor.
Aklıma ister istemez The Newsroom’da Aaron Sorkin’in yarattığı anchorman McAvoy ile tutucu bir siyasetçi arasında geçen diyalog geliyor. Dünyadaki bütün kötülükten İslamı ve Müslümanları sorumlu tutan siyasetçiyi McAvoy, küçük bir tarih gezisine çıkarıyor canlı yayında. Ku Klux Klan’dan Abraham Lincoln’un cinayetine uzanan bu gezinin ardından katillerin yalnızca Müslüman olmadığını söylüyor. Ama katiller sadece Hristiyan da değil. Beyaz da değiller, siyahi de değil. Azınlık, çoğunluk, egemen, biat eden… ‘’Bizi sosyopatlar öldürdü,’’ diyor McAvoy ve sahne kapanıyor.
Siyasi tarihin tanıklık ettiği cinayetlerde ne yazık ki katilin hayatına bakamıyor, ‘’bir çocuktan katil yaratan karanlığı’’ o çocuğun hayat yolunda arayamıyoruz. Hep bireyden büyük kavramlar, cemaatler, devletler öne çıkıyor. Versace, siyasi bir kişilik değil. Evet, gayler için önemli bir insan ama sonuçta eline silah alıp örgütlü bir gay kampanyası yürütmüyor. Her ne kadar cinayetinde ‘’mafya parmağı’’ aransa da Ryan Murphy’nin anlattığı hikaye, ‘’bizi öldüren sosyopatları’’ tanımamız için iyi bir fırsat yaratıyor.
DERİN KOÇER