Bazı filmleri bizim hayatlarımıza uyarlayıp baktığımda halimize çok üzülüyorum. Spotlight da bunlardan biri. Konusu yüzünden değil bu arada. Yoksa her günü birbirinden renkli skandallarla dolu gündemimiz içinde Spotlight’ta anlatılan olay bizim sadece öğleden önceki twitter akışımız içinde kendine yer bulur. Hızla kaydırır geçeriz, çok duyarlı vatandaşlarımız samimi hassasiyetlerinden bir şey yitirmeyip kınar, sonra da kendi gündemlerimize geri döneriz.
Spotlight’ın üzücü bulduğum yanı gazeteciliğin nasıl yapıldığını ve yapılması gerektiğini göstermesi oldu.
Filmi izleyince bir lağım çukurundan başka pek bir şeye benzetemediğim Türk medyasının haline bakıp, ağlayasım geliyor. Sırf biraz ünlü diye zır cahillerin gazeteci yapıldığı, iki kelimeyi yan yana getiremeyen insanların engin yorumlarını her sabah üstümüze faş ettiği, her uzun bacaklı ya da sarışın kadının bir uzman olarak benimsendiği, farklı herhangi bir görüşe sahip insan kendi ahmaklıklarını ortaya çıkaracağı için itinayla kapının dışında tutulduğu bir ortamdır ana akım Türk medyası.
Türkiye’de gazetecilik yapmak istemek yıllar boyunca sürünmeyi baştan kabul etmek demektir. Aslında herkes her şeyi yanlış öğrenmiştir ama en doğrusunu kendisinin bildiğini kabul eder.
Araştırmacı gazetecilik mi dediniz? Pardon duyamadım.
Bir konu hakkında uzun araştırmalar yaparak, konunun muhataplarından görüş alarak mı yazmak dediniz? Evet, canım muhaberat alt katta.
Belki de bu yüzden Türk medyasında en sevdiğim köşe yazarı Güzin Abla. Hiç değilse en azından o konusuna gayet hakim bir yerden yazıyor. Ayol astrologlar bile astrolog değil. Boş bulduğu bu alanı işgal etmiş gelmiş, neyin araştırmacı gazeteciliği. En sevdiğim gazeteci Müge Anlı. Bir de spor servisinde çalışan kıro Fenerbahçe muhabirlerini severim ama onları sevme nedenimin başarılarıyla ya da gazetecilik yetenekleriyle bir alakası yok. Bir medya kuruluşunda çalışan ve futbolcuya en yakın fiziksel özelliklere sahip insanlar onlar olduğu için seviyorum. Erkek gazetecilerin genel olarak çirkin insanlardan oluştuğu bilgisini de buraya dip not düşeyim.
Ay sıkıldım ve içim karardı halimizden bahsederken. Türk medyasına kin kusup nefret söyleminde bulunmaya burada dur demek istiyorum. Çünkü bu söylem benim için dipsiz bir koyu, sakın uyanma Abdi İpekçi içimde uyu! İleride anılarımı yazdığımda tek tek hepsini deşifre edeceğim.
Kim koruyor onları? Hangi hükümet? Kim?
Konumuza geri dönelim. Filmimiz Spotlight, gerçek bir olayı anlatıyor. Spotlight aynı zamanda Boston Globe gazetesinin bağımsız araştırma grubunun da adı. Bu gazete içinde özerkbir bölüm olan Spotlight ekibi özel araştırma projelerinde çalışıyor. Ekip araştırdığı konularda sadece kendi iç bünyesinde sorumlu, gazete yönetimini bile nasıl çalıştığı konusunda bilgilendirmek zorunda değil. Ekibe ayrılan bütçe yüksek, bir konu için aylar boyunca araştırma yapma özgürlükleri var. Konuyu tam anlamıyla çözmeden yayınlamıyorlar. Ağla haline Türk medyası.
İşte bu ekibin başına bir gün yeni bir editör geliyor ve aylar öncesinde rafa kaldırılan bir konuyu tekrar gündeme alıyorlar. Konu epey rahatsız edici: Katolik kilisesinin içindeki pedofil rahipleri araştırmaya başlıyorlar. Araştırmalar derinleştikçe skandal da derinleşiyor. Ve bu rahiplerin kiliseyi sardığı görülüyor. Neredeyse hepsi pedofil. Üstelik sadece küçük çaplı bir kilise skandalı da değil bu. Olayın boyutları Vatikan’a kadar uzanıyor. Kardinaller bu skandalı örtmek için el birliğiyle çalışıyor. Spotlight ekibi kurbanlarla görüşüyor, eski dosyaları raftan indiriyor, gece gündüz rapor okuyor ve harıl harıl habere hazırlanıyor. Ama bu sandıkları kadar kolay değil. Çünkü basın ne kadar özgür olursa olsun, her yerde olduğu gibi işin içine din girdiği zaman, olayın rengi değişiyor.