Bütün popüler anlatılar, tetiği çeken bir silah arar. Bir sabah bir kadın kapıdan içeriye girer ve olaylar gelişir. Birgün çekmecede bir mektup bulunur ve karakterlerin tüm dünyaları değişir.
A.Ş.K’ın en büyük tetikleyicisinin yıllar önce yaşanmış yasak bir aşk ve bu aşkın intikamını A ve K’den çıkarmaya çalışan bir erkek olduğunu daha geçtiğimiz haftalarda öğrendik. Peki Ş’nin bu hikayede rolü ne? Ş, namı diğer Şebnem’i, zengin ailenin ‘biricik’ kızı (Nebahat Çehre vurgusuyla okuyunuz lütfen: bürücük), kanser hastalığı nüksetmiş bir hasta ve son günlerini mutlu geçirmek isteyen bir çocuk-kadın olarak tanıdık. Sanırım Şebnem’le ilgili derdimiz burada başlıyor; onun kanser oluşu hikayenin ana dönüştürücü unsurlarından biri ve inanır mısınız
A.Ş.K’taki bütün saatlerin Şebnem’in ölümüne göre ayarlanması fena halde canımızı sıkıyor. İzin verin Şebnem’e sürekli eşlik eden yaylı orkestrayla başa dönelim.
ESKİ SEVGİLİDEN GELEN BİR ÇİÇEK OLARAK KANSER
Susan Sontag kanser ve tüberküloz başta olmak üzere hastalık teması üzerine görsel ve sözlü kültürün nasıl bir mit üreticisi olduğunu anlattığı Metafor Olarak Hastalık kitabında hastalıkların değil, kapitalist sisteme ait değerleri doğallaştırmaya hizmet eden mitlerin öldürdüğünü yazmış. Çaresi bulunamaz, tedavisi uzun ve acı verici kanser ile onun yaşam sevincini yok ettiği kanser hastaları anlatısı, kültür tarafından sürekli yeniden üretilen bir kalıp. Şebnem’den dinliyoruz: “Hastanelerde süründüm, tükendim, yalnız kaldım, saçlarım döküldü, sürekli kusuyordum. Kim ister ki böyle bir sevgili?”. İki yüzyıl geriye gidelim, bakalım dönemin Şebnemleri ne diyor? Sontag’ın kitabında Viktoryen dönemde yaşayan kanser hastalarının sıkıntıları biraz farklı tarif edilmiş: “Kalabalık yaşam alanları, iş ve aile yükü, yakınların ölümü”
İnsanların içinde bulundukları çağdan kaynaklanan memnuniyetsizlikleri, hastalık sırasındaki yakınmalarından pek farklı değil. Dolayısıyla, tüketim kültürünün geldiği noktada çoğu kişi yalnızlıktan, ilişkilerindeki tatminsizlikten, anlamlı bir ilişki ihtimalinden bahsediyorsa, sorun kanserde değil, bu ilişki biçimlerinin doğurduğu bir zamanda yaşıyor olmamızda. Şebnem’in, onu kanser olduğunu öğrendiğinde terk edip, iyileştiğinde ona çiçek gönderen sevgilisi Hakan da bu çağın bir ürünü. Kanser hücrelerinin geçmişe aldırış etmeden çiçek gönderme gibi bir yetenekleri keşfedilmedi henüz.
AZRA'NIN TİLKİLERİKanseri ölüme eşitleyen önkabulle birlikte, hastalığın gerçekte ne olduğunu gizleyen bu karamsar ve muğlak tabloya bir de militarist dilin kendisi ekleniyor. Kanserle ‘savaşılıyor’, kanserli hücreler ‘elegeçiriliyor, hasta kanseri ‘yeniyor’, zafer kazanıyor. Nitekim doktorunun Şebnem’e verdiği ilk tavsiyelerden biri “eğer isterse bedeninin savaşacağı”. Sontag’a göre hastalığın bu denli şeytanlaştırılması, gerçek bir savaştaymışız gibi bedenin içinden bir düşman yaratılması kaçınılmaz olarak suçu hastaya yükler. Başına böyle bir hastalık gelmişse bu, hastanın kendi suçudur. Bu mantık, kapitalist sistemin de işleyişine mükemmel şekilde uyar; sistem senden kar edemiyorsa seni düşman ilan eder, etmese de senden kar edecek yollar (bilimsel araştırmalar, ilaç sanayi vs.) bulur. Sistem onun da yolunu bulamıyorsa “öldü mü, ne zaman ölecek, ölünce miras kalacak mı, fakir çift zengin olacak mı?” diye Azra’nın kafasındaki tilkilerle bizi kardeş yapar.
SONTAG, KEREM VE ŞEBNEM'İN DOKTORUYLA YUVARLAK MASA TOPLANTISISontag kendi tedavi sürecinde kanserin ne olup olmadığını çok yalın bir şekilde ifade eder: Kanser de bir hastalıktır nihayetinde. Ciddi bir hastalıktır ama hastalıktır. Bir lanet değildir, bir ceza değildir, bir utanç hiç değildir. Kanserin bir ‘anlamı’ yoktur. Sevgililerin, sevdiklerin sizi yalnız bıraktığı, onların sadakatini denemeye tabi tuttuğunuz bir süreç değildir. Ve sonradan gelecek yıkımı daha etkili yapmak istediğiniz için karakteri, Caravaggio tablosundan fırlamış bir melek görüntüsüne büründürmeye gerek yoktur (Şebnem’in pembe yanaklı porselen bebek hali). Birinin kanser olması onu kategorik olarak iyi, kırılgan, çocuksu, korumasız yapmaz. Şebnem’in ders dışında zaman geçirmediği, yani neredeyse hiç tanımadığı birine, Azra’ya, “Yalnız bırakma beni” dedirtecek kadar çaresiz bırakmaz. Başka deyişle elbette hayatta buna benzer cümleler sarf edeceğiniz zamanlarınız, ruh halleriniz olabilir. Fakat, Sontag’ın da hatırlattığı gibi bu tür bunaltıcı duygular, geçmiş travmalar, kanser olmayan yüzlerce insanın DA başından geçer ve biz buna insanlık hali deriz.
Son olarak, ilk bölümlerden ipuçlarını veren ‘hastalığın psikolojik boyutu’ miti var ki, Kerem’in bir türlü kurtulamadığı vicdan azabı olarak sürekli karşımıza çıkıyor. Kanserin ‘sevgiyle’ geçeceği fikrine Kerem şu anda kendini öyle kaptırmış durumda ki Orhan’la para sorununu çözmesine rağmen, yani evlenmek için artık hiçbir neden kalmamışken bile Şebnem’in yanında olmaya devam ediyor. Şimdi bir hayal kuralım ve Sontag’ı Kerem’le Şebnem’in doktorunun karşısına oturtalım. Sontag doktora muhtemelen şöyle derdi: Doğru düzgün tedavi et şu kızı, işin ruhsal boyutu onu gerçeklikten uzaklaştıracak. Edemiyorsan bana söyle, ben bir doktor bulayım! Yan gözle de Kerem’e dönüp eklerdi: Sen de pahalı spor merkezlerinde fink atmak istiyorsan kendine başka oyuncak bul!