Hayatımızın en tuhaf yıllarından biriydi herhalde 2020. Mart ayından itibaren hepimiz bu zamana kadar asla deneyimlemediğimiz bir olayı yaşadık ve tabii ki hepimiz buna aşırı hazırlıksız yakaladık. Pandemiye uyum sağlama pratiğimiz de marttan aralığa kadar uzanan zamanda epey değişti. Ekmek yapmak, kişisel gelişim üzerine yoğunlaşmakla başlayan süreç sadece karbonhidrat tüketmeye ve delirmemek için uğraşmaya evrildi.
Değişmeyen tek şey bu süreçte dizi izleme etkinliği oldu sanırım.
Hayatımın herhalde en çok bir şey izlediğim senesi bu yıl oldu. O kadar çok şey izledim ki artık ekrana bakarken gözlerimin akacağından korkuyorum. Ama dizi izlemekten başka da blok olarak zamanı yok edebileceğim başka bir şey yok. O yüzden yine de bir tık şanslı saymalıyız kendimizi belki de çünkü bence bu global kriz en azından hepimizin televizyonlarını tıklım tıklım doldurabilecek kadar kanalın ve şovun olduğu bir döneme denk geldi. 1918’teki Spanish Flu’yu yaşayanlar Netflix’leri ya da korsan dizi siteleri olmadan zamanlarını nasıl geçirdiler acaba?
O yüzden bu dönemde hayatımı daha çekilebilir kılan eğlence ve medya sektörüne 2020’nin bir en’leri listesi ekleyerek şükranlarımı sunmak isterim. Bu yıl dediğim gibi pek çok şey izledim, pek çoğu şeyi başlayıp yarım bıraktım, daha önce izlediklerimi bir kere daha izledim…. Bunlar arasından da bu listeyi oluşturdum. Listem tamamen kişisel beğenilerden oluşmuştur. Beğenmeyenler de fikirlerini ağlayarak günlüklerine yazabilir. Herkese iyi seneler dilerim.
Yılın en iyisi - Normal People:
Normallik kavramını pek sevmem, hoş bu dizideki karakterlerin de ne kadar normal oldukları da tartışılır belki. Ama galiba bu sene en beğendiğim şey bu iki cis het, beyaz insanın gençlik aşkı dizisi olan Normal People oldu. Sally Rooney’nin aynı adlı kitabından uyarlanan bu diziyi, kitabını okuduktan sonra hemen hemen aynı dönemde izledim. ‘Bir uyarlama nasıl olmalı’nın cevabı gibiydi her şey. Tüm dizi romanla aynı tempoya, aynı hisse sahip ve bunu çok başarılı aktarmışlar. Ve şahane bir cast’la; öyle ki kitaptaki karakterleri artık bu iki insandan başkası olarak düşünemiyorsunuz. Hiç de normal olmayan 2020’ye Normal People edebiyatın gücünü arkasına alarak geldi. En iyisi mi bilmiyorum ama en iyilerinden biri diyebilirim.
Yılın en iyi dizi bölümü - Ramy (Uncle Naseem):
New Jersey’de yaşayan otuzbirci Ramy’nin inanç ve toplum arasında kendini arayışını anlatan Ramy ikinci sezonunda pek çok bomba gibi espriyle geldi. Genel olarak ikinci sezonuna puanım yüksekti ama ekranda dokuzuncu bölüm belirdiğinde işin rengi epey değişti. Dokuzuncu bölüm sadece Ramy’nin antipatik dayısı Naseem’e ayrılmıştı ve saunada blow job sahnesiyle açılıyordu. Tüm sezonlarından ve bölümlerinden bağımsız olarak bu bölüm tek başına bir kısa film sanki. Ve dünyanın her yerinde gay olmakla gibi o kadar evrensel, o kadar tanıdık bir duyguyu anlatıyor ki aslında hepimiz aynı yıldız tozunun parçasıyız gibi. Hem güldürdü hem ağlattı derler ya tam olarak öyle bir duyguyla bıraktı beni Uncle Naseem. Tekrar tekrar izlenmesi, gay karakterleri dizide nasıl kullanmalıyız konusunda ders olarak okutulması gereken bir hikaye bence. Rakibi yok, bu alanın tartışmasız tek galibi.
Yılın en iyi atmosferi - We Are Who We Are:
İtiraf edeceğim yarıda bıraktım ama ilk bölümünün verdiği duygu bende çok uzun süre kaldı. Gençlik, hoyratlık, toyluk, kendini anlamak ve başkalarına anlatmaya çalışmak buram buram üstümüze sindi. Call Me By Your Name’in yönetmeni Luca Guadagnino yine şıkır şıkır bir gençlik masalını yine rüya gibi bir atmosferde kurgulayıp önümüze getirmiş. Eski bir yaz tatili anısını hatırladığınızda üstünüzde denizden kalan tuzu da aynı anda hatırlamak gibi…
Yılın en iyi temposu - Industry:
Bu da Londra’da üniversiteyi bitirip, finans şirketinde kariyere adım atıp, sistemi anlamak ama yine de genç olmakla alakalı bir dizi. Yaşlanıyorum galiba o yüzden genç dünyalar, müzikler aşırı tutuyor beni. Industry de bir Euphoria değil tabii ama temposu, sürekli yüksek takılan cast’ı ve gerilimiyle bence hiç de fena bir iş değil.
Yılın en abartılısı - I May Destroy You:
Abart abart öldük. Neden? Tamamen bambaşka bir yerden de olsa Fleabag’in açtığı özgür ve eşsiz kadın hikayesi kanalından yürüyen bir şey bence I May Destroy You. Bilmiyorum, bende hiç çalışmadı. Sorunun süper eksik komedisinde olduğunu düşünüyorum. Mizaha çok ihtiyacı var, bunu yapmaya da çalışıyor ama hiçbir zaman yerini bulmuyor. Baş karakter de süper antipatik bence. Neden bu kadar sevildiğini asla anlayamayacağım sanırım.
Yılın sürprizi - I Hate Suzie:
İşte I May Destroy You’da asla bulamadığım ne varsa hepsini I Hate Suzie’de fazlasıyla buldum. Eski bir O Ses yarışmacısının kariyerinin ilerleyen yıllarında Disney Prensesi olmak üzereyken telefonundan çıplak görüntülerinin sızdırılmasının ardından yaşananları anlatan bu dizimiz buram buram İngiliz mizahı kokuyor. Zaten bıçak üstü bir konuya ve Suzie’nin travmasına da yine bu mizahı merkeze koyarak ve kendisiyle aşırı dalga geçerek yaklaşıyor. Senenin en sevdiğim komedilerinden diyebilirim bir şekilde.
Yılın en ilham vereni - How To John Wilson:
Bu diziyi izleyen herkesin, aynısını yaşadığı kent üstüne yapsa ne kadar iyi olacağını düşünmemesi mümkün değil. Ama işte John Wilson düşünmüş, yapmış ve de olmuş. Wilson’ın durmaksızın kaydettiği, New York’a ait milyonlarca film karesi harika bir kurguyla birleşiyor. Br şehri yaşayanları ve gerçek karakterleriyle tanımamız üzerine enfes bir şey. İstanbulumuz da taklit falan bir John Wilson hak ediyor bence, orada da epey malzeme var. Ama yayınlayacak HBO vizyonunda bir kanalımız var mı ona emin değilim.
Yılın guilty pleasure’ı - Bir Zamanlar Çukurova:
Yani aslında bu diziyi merkeze alarak Türk dizilerinde homoerotizm üzerine bir şey yazmak istiyordum ama aşırı üşendim. Bir Zamanlar Çukurova yayınlandığı andan itibaren reytinglerde hep bir numara olmasıyla dikkatimi çekti ve neymiş bu diye baktım. Sonra da bir anda sekiz bölüm gömdüm ve tehlikenin farkına vararak bıraktım. Çünkü her bölümü iki buçuk saat ve yaklaşık 80 bölüm var. Dört pandemi lazım bitirmek için. Bildik bir Yeşilçam melodramı aslında ama bir noktasında çok tuhaf bir şey oluyor. Aşırı botokslu Kerem Alışık’la dizinin başrolü Yılmaz karakteri hapishanede karşılaşıyor. Bu aynı zamanda Alışık’ın diziye dahil olduğu bölüm. Karakterinin adı da Fekeli yani bir şekilde ‘fucker’ aslında. Sesleri kaldırıp yerine başka bir dublaj koysanız aralarında bir aşk başlıyor gibi de okunabilir. Çok garip bir homoerotizm var aralarında, biraz abi kardeş, biraz baba oğul, biraz Mevlana ve Şems gibi. Kerem Alışık ona şiirler okuyor falan. Bunu daha sonra incelemek için rafa kaldırıyorum.
Yılın mastürbasyonu - Bir Başkadır:
Sosyolojik analizleri vardı Berkun’un. Toplumu katman katman gözlemişti. Nuri Bilge olmak istiyordu Berkun ama yastık kılıfları özenle kirletilmişti. Yoksulları Cihangir kafelerinde incelemişti Berkun. Her temizlikçi kadın eşarbı ona sadece tek bir şey hatırlatırdı. Tülin Özen’e iki kelam Kürtçe’yi zor konuşturttu Berkun ama olsun Öykü Karayel rolünün hakkını verdi. Senenin en çok konuşulan işini yaptı Berkun. Yalnız bir odada, ayna karşısında kendi kendini öpmeye devamke…
Yılın en iyi nostaljisi - The Sopranos:
Bazen yeni bir şey izlemekten sıkılınca eski sevdiğim şeyleri bir kere daha izledim. Bu Sopranos’u üçüncü bitirişim. Ve beni bir kere daha yanıltmadı. En sevdiğin dizi ne diye sorsalar kesinlikle The Sopranos diyeceğime eminim artık.
Yılın en kötü nostaljisi - Mad Men:
Nasıl ve neyini bu kadar sevmişiz anlamadım. Bir toksik reklamcı masküleni bize yedi sezon boyunca anlatmaya uğraşmışlar, biz de bunu yemişiz. Don Draper hala tutar ama mümkünse yatakta kalsın sadece. Bir dönemler Mad Men’i sevdiğim için utandım diyebilirim.
YİĞİT KARAAHMET