İlk bölümde, “Bakınız, diziye yepyeni, sonsuz alternatiflere uzanabilecek, dizinin mitolojisini zenginleştirebilecek süper bir virüs ekliyorum,” diyen Gimple ve ekibi, ikinci bölümde de mesajlarını yenilemeye devam ediyorlar. Birincisi, “Virüsü dallanıp budaklandıracağız, havalı bir yerlere götüreceğiz,” diyorlar. İkincisi, “Merak etmeyin, hapishane ikinci sezonun (çoğu izleyici için giderek sıkıcı bir yere dönüşen) çiftliği gibi huzurlu bir yer olmayacak,” diyorlar. Bir mesaj da, Şerif Rick’i sonsuza kadar kaybettiğini sanan endişeli izleyicilere geliyor, “Organik tarım da bir yere kadar, tabanca ve şapkayı sandıktan çıkarmanın zamanı geldi.” Bu sezon zaman kaybetmemeye kararlı The Walking Dead’in bu bölümde gösterdiği en önemli şey, hapishanede bu kadar kalabalık bir insan grubunun daha ne kadar (tetikte de olsa) huzurlu yaşamlarına devam edeceğiydi.
Yeni bir çiftlik mi bekliyorduk bu sezonda da? Bir de, bu kadar kısa sürede tanıyıp, yatırım yapmaya vakit bulamayacağımız kadar çok karakterle? Hapishane halkından ilk kurbanı domuz gribine verdiğimiz ilk bölümün sonundan hemen sonra, ikinci bölümün ilk yarısında hapishanenin önemsiz karakterlerinin patır patır ölüp, zombiye dönüşmelerini, uyuşukluğunu sonunda atan Rick ve ekibi tarafından yeniden öldürülmelerini izledik. Tanımamız gereken ama hiç bir zaman sevecek kadar tanıyamayacağımız yan karakterler öldükçe, bizim de yüreğimizin yağları eridi.
ADIEU HAPİSHANE! Dahası, hızla yayılan gizemli virüsü, heyecanlı zombilerin ağırlığına daha fazla dayanamayacağı belli olan telleri, otel odası kadar olmasa da kendine has bir huzuru ve düzeni olan hapishane odalarının yaşanamaz hale gelmesi ve içeriden birinin zombileri farelerle beslediğini öğrenmemizle beraber bu sezon bizi bekleyen önemli bir gerçeği de öğrenmiş olduk. Adieu, hapishane! Dördüncü sezon bizi bekleyen tüm bu yapısal değişikliklere hazırlanırken, bu bölüm kafamızı kurcalayacak daha büyük bir sorunun da temellerini usulca attı. The Walking Dead, her ne kadar kıyamet sonrası hayatta kalma becerilerinin ve zombilere karşı yeni savaş taktiklerinin geliştirildiği sahnelerle gözlerimizi boyasa da, çok daha temel bir yerden bizi içine çekiyor: Dünyanın sonu gelse, bir de böyle zombilerle falan korkunç bir şekilde gelse, insanları ne kadar değiştirir? Keskin doğrular ne kadar bozulur? Ahlaki zemin nereye kadar kayar? Bu bölümde ise bu soruların dördüncü sezonda çocuklar üzerinden sorulacağını, kurcalanacağını görmüş olduk.
Hızıyla afallatan temposu, lojistik ayarlamaları ve tüm koşturmacalarıyla beraber bu bölüm aslında çocuklar, kıyamet sonrası büyüme sancıları, yetişkinlerin çocuklarla karmaşık ilişkileri etrafında ilerleyen bir bölümdü. Bölümün ilk dakikalarında Karen, uzun uzun bir çocuğun acemi çizimine bakıyor ve usulca bölümün temasını da tanımlıyor. Sonrasında Carol’un yetim kalan iki küçük kızı sahiplenmesini izliyoruz. Kendi küçük kızının zombiye dönüşmesini ve ölümünü izlemiş Carol, artık tamamen farklı bir kadın. Çocuklara savaşmayı, güçlü olmayı ve güçlü kalmayı öğretmeye kararlı bir anne figürü var artık karşımızda. “Bu çocuklara hayatta kalmayı öğretmem gerek,” diyor. Küçük kızlardan birinin saçına çiçek yerleştirmeyi ihmal etmeyecek kadar da sevgisini göstermeye kararlı bir anne figürü aynı zamanda. Beth’in Michonne’a söyledikleri bölümün ruhunu da çok güzel özetliyor: “Etrafta bir dolu yetim var, dul var. Çocuğunu kaybetmiş birine ne denir ki peki?”
Rick’in çiftçiden şerife dönüşümüne tanık olurken, babasına hayran Carl’ın da benzer şekilde küçük çiftçiden küçük şerife dönüşümünü izliyoruz. Tüm dizinin en dokunaklı sahnelerden birinde ise, Michonne’un bebek Judith’i kucağına almaya önce direnmesini, sonrasında da bebeğe sarılarak ağlamasını izliyoruz. Michonne’un içinde bir şeyler uyanıyor, bizim de içimizde Michonne’a karşı bir şeyler uyanıyor. The Walking Dead, her zaman göz kırptığı çocuk hikayelerine böylece kocaman bir kucak açmış oluyor.