Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZETLİYORUM
Şeytanlarla Yüzleşmek
Sezon: 5 Bölüm: 14

Lord of the Flies için yazdığı önsözde Stephen King bir çocukluk anısını anlatır: Yaşadığı küçük yerleşim yerinde kütüphane yoktur ve ulaşabildiği kitap sayısı sınırlıdır, semte nadiren uğrayan gezici kütüphane ise yeni kitaplar okuyabilme adına tek yoldur. Daha o zamanlar kalıplaşmış karakterlerden, özellikle de kendinden yola çıkarak günahsız çocuk klişelerinden çok sıkılan küçük Stephen, gezici kütüphanenin sahibi kadından “çocukların gerçekte nasıl olduğunu anlatan” bir kitap ister; kadın da kimseye kendisinin verdiğini söylememesi koşuluyla Lord of the Flies’ı uzatır.

Bütün o insan doğasının kötülüğünü sorgulamasının, kitabın tamamına serpiştirilmiş sembolizmin, tekrar okunabilirliğini sonsuza götüren güçlü alt metinlerinin yanında Lord of the Flies’ı en özel kılan etmenlerden biridir derdini hep meleklikle özdeşleştirilmiş çocuklar üstünden anlatması. Kalıpları kırdığı, başka bir perspektiften bakmaya okuyucuyu zorladığı için edebiyat tarihinin en önemli eserleri arasında yer alır. Okuyucuyu şeytanlarıyla yüzleştirir William Golding, hem de en günahsız olanıyla, en sorgulanmaz olanıyla, en melek yüzlü şeytanlarla yüzleştirir.

The Walking Dead dünyasının en azından kâğıt üstünde şeytanı ise zombileri. Doğa dışı varlığın tehdit yaratmasının en önemli sebebi adı üstünde doğal olmaması ve tümevarımcı bir çıkarsamayla bilinmeyenden duyulan korku. Peki ya bilinmeyenin bilinmezliği ortadan kalkarsa? Karanlıktan korkmayıp üstüne yürüdüğünüzde o karanlık, ışığın yoksunluğu anlamı kazanır, bilinir olduğunda, o korkuyla yüzleşildiğinde, anlamlandırabildiğinizde; en nihayetinde doğallaştırdığınızda bir daha korkmazsınız artık. Zombiler bilinmeyen olmaktan çıktığında, ortamın en bilinmeyeni, en dengesizi şeytan oluyor haliyle: İnsan.

İdeolojik farklılıkların alt kimlik temellendirilmesi dışında belli bir ahlaki ve dolayısıyla felsefi düzleme oturtulabileceği malum. Bizimkilerle Alexandrialılar’ın temel farklılıklarının ötesinde hayatta kalma süreçlerinde meseleyi nasıl ele aldıkları çok ciddi problem teşkil ediyor. Duvarların arasındaki Alexandrialılar klasik hapishane jargonunu felsefe edinmişler kendilerine: “Her koyun kendi bacağından asılır,” bizimkilerin ise tam tersi bir yaklaşımı var: “Hiç kimseyi arkada bırakma.”

Bu farklılığı izleyicinin gözüne sokmak için artık biraz cılkı çıkmış her zamanki numarasına başvuruyor dizi. Alexandria’nın elektriği için yapılacak bir alışveriş merkezi ziyareti. Zombilerin klasikleşmiş şahı Romeroculuk bazen işliyor işte, bir tüketim toplumu eleştirisi olarak AVM’nin içine sıkışmış tonlarca zombi ve bunun üzerinden yaratılan çatışma. Sahne de o dünyaya ait olmayan bir eğlence kültürünün notalarıyla açılıyor, karavanda bangır bangır tekno müzik çalarken hoparlörden gelen ses “You’re going to die,” (Öleceksiniz.) diye bağırıyor. Geçtiğimiz hafta yaptığım at sembolü üstünden Daryl foreshadowingi okumasına tokat gibi cevap adeta, dizinin asla o kadar stilize olma gibi bir derdi yok, foreshadowingini bile öleceksiniz üstünden yapıyor. Üstelik grup ölmeye de müsait, Glenn dışındakilerin hepsi harcanabilir karakterler.

Daha önceki bölümlerde yaptığı pislikle ve yediği dayakla ön plana çıkan Aidan ile yancısı Nicholas, Glenn’in temsil ettiği tüm değerlere aykırılıklarıyla karakterin şeytanı oluveriyorlar birden bire. Yaşadıkları ortamın güçsüzleştirdiği, üstüne üstlük anlamsız bir kibir kattığı ikili, işleri berbat ederken nasıl hayatta kalmayı başardıklarını da açıklamış oluyor böylece: İnsanları zombi yemi yaparak yaşamaya devam eden insanlar onlar, modernitenin bireyselciliğinin yaşayan temsilcileri; ilk ve son neferleri.

Glenn’in yeni bir hayat kurmak için motivasyonu malum, kendisi âşık. Aşk steril ortamda maksimize edilebilecek bir konsept olduğundan, Alexandria’nın devamlılığını sağlamak ve Glenn özelinde bu toplumun insanlarını sevmeye çalışmak için çok fazla nedeni var. Gelgelelim dizinin bencillikten uzak karakteri, bencillik sebebiyle insanları kaybettiğinde çıkıyor çığrından. Bölümün en beklendik, en klişe sahnesinde sonunda şeytanlarıyla yüzleşmeyi başarmış Eugene’den de bir kahraman yaratılıyor. Ne kadar enteresan.

(Aç parantez- Noah’nın ölmesine beklediğimden daha çok üzüldüm. Beth’in Noah’yı kurtarmak için yaptığı fedakârlık bir yana, karakterin kendisindeki el değmemiş çocuksu ifade ve yaşadığı trajediyle birlikte büyümesi belli bir vaat, bir karakter yolculuğu imkânı sunuyordu. Aslında deftere yazdığı gibi: “Bu yeni bir başlangıç,” olabilirdi, üstüne üstlük Tyler James Williams’ın muazzam oyunculuğundan da mahrum kaldık. RIP Noah, Nuh’un gemisi emin ellerde değil artık. Kapa parantez)

Carol’ın şeytanları hala etrafında. Yakınlaştığı çocukların teker teker ölmesi, hatta birini kendi elleriyle öldürmesi, herhangi bir çocukla bağ kurmasına engel teşkil ediyor. Onun şeytanları etrafına elleriyle emek emek ördüğü duvarlarda gizli, o duvarların içinde çikolatalı kurabiye var, dışında ise bir çocuğun şeytanı olabilmek. Bu simbiyotik ilişki ve çikolata çalma üzerinden Lord of the Flies’a geri döndüğümüz ilk günah mitosu iyi oyunculukların çare olduğu tuhaflıkların üzerinden akıyor. Hayatta kalma ve bir yabancıya yardım etme içgüdüsünün devreye girme ve duvarlarını yıkıp bağ kurabilme anı ise daha eskilerden bir şeytanla yüzleşmesini gerektiriyor Carol’ın. Kendisinin bizzat mağduru olduğu aile içi şiddetin Alexandria’ya yansıması, ortamın en tehlikeli karakterinin şalterini attırıyor. Parçalanmış bir baykuş heykeli, yapılmamış bir kurabiye ve Sam’in First World Problem’larının bayağılığının ötesinde Carol, son şeytanıyla yüzleşmek için liderimize başvuruyor.

Rick’in dinginliği yanıltmasın, kafasındakilerle en çok boğuşan o aslında. Karısının ihanetini, karısının ölümünü daha unutmamışken benzer bir ihanet yoluna düştüğünde yapacaklarını meşru kılacak bir açı arıyor, eski hayatına dönerken bembeyaz bir sayfa açmak istercesine. Jessie’ye olan duyguları Jessie’nin alkolik kocası Pete kapısında bitiverince tekrar büyüteç altına alınıyor. Doktor elinde kendi şeytanıyla, birasıyla geldiğinde yaptığı arkadaşlık teklifine gülüp geçiyor Rick.

Gelelim Peder Gabriel’e. Yıllarca birlikte yaşadığı kendi tabiriyle “sürü”sünü kilisenin içine almayıp ölümlerine sebep olan günahkâr din adamının, günah çıkarmak için Deanna’ya gitmesi ve kendi günahını gizlerken başkalarını ateşin ortasına atması beklenmedik değil. Bu katmerli günah sarmalının ironisinde gözden kaçan çok önemli bir şey var aslında.

Bizimkiler diye hep birlikte tanımladığımız, sonuna 1. çoğul iyelik eki koyduğumuz, sezonlar boyunca kendimizle özdeşleştirdiğimiz, bağ kurduğumuz ve dolayısıyla sorgulamadığımız karakterlerimiz Alexandria’ya geldiğinde dizi bir şey anlatmaya çalışmıştı bize aslında. Bu karakterleri yıllardır izlediğimiz ve aslında orada olduğunu fark etmediğimiz kameranın görüşünden değil, onlara Alexandria’lıların kamerasından, bambaşka bir mercekten bakmamızı, o açıdan sorgulamamızı salık vermişti. Günahsız dediğimiz, her daim melek sandığımız karakterlere yeni bir perspektifle bakınca Peder Gabriel çok da haksız değil aslında. Carol’ın Rick’e “Onu öldürmelisin,” dediğindeki paralel kurgunun anlatmaya çalıştığı üzere Alexandria’nın şeytanları onlar: Rick ve Carol ve Maggie ve Abraham ve diğerleri, bizimkiler.

“Yazısını yazdığı bilgisayarın başından kafasını bir süreliğine kaldırdı, yazdıklarına tekrar baktı ve tekrar. Hiç de fena olmamıştı. O an, gerçek hayatına geri dönmek için ayağa kalktı. Dört tane duvarın gri çöküntüsü, çok pişmiş çayın kesif kokusu, hanım-bey laflarının bayağılığı, işine yabancılaşmanın köleliği ve sıkışmışlığın çaresizliği. Şeytanları tam da buradaydı, hayatının içinde, gözünün önünde.

Ve onlarla yüzleşemiyordu.”

YORUMLAR




BUNLAR DA VAR