Seyfi, onda hiç aşina olmadığımız utangaç gülümsemeleri (Allah razı olsun bir Nazlı’yı görünce gülümsüyor) ve çekingen tavırlarıyla Nazlı’yla konuşurken, onun hukuk fakültesine gittiğini ve de 18 yaşında olduğunu öğrenir. 18 yaş! O da 19‘dur. Boyu boyuma, --Nazlı da artık bir Gültepeli olduğu için-- suyu suyuma durumu. Yaptığı eşekliğin de farkına vardı, “Gültepeli doğulur”a karşı “Gültepeli olunur”un capcanlı bir örneği var karşımızda. Teşekkür ediyor, özür diliyor, kıymet biliyor, değer veriyor, Aile Şerefi’nin Oktay’ına benzeyen eski erkek arkadaşı sağ olsun züppeliğe karşı da savaş açmış durumda. Bir de her sabah üşenmeden o saçlarının önlerini dışa doğru kıvrık fön yapıyor. Pastel göz farlarından asla vazgeçmiyor. Oturup saatlerce yüzüne bakılacak bir güzellik değil de bir albenisi olduğu kesin. Özetle TAMDIR, YANİ TAM!... diyecekken Seyfi’nin “durumu” geliyor akla. Her şey tam ve tamam olacaktı, Seyfi de bu yaşında üniversite okuyor olabilseydi, bu zamana kadar çift dikiş gitmeseydi, hala ortaokulda kalmasaydı, ailesine bu kadar kızgın, abisine bu kadar vicdan borcu olmasaydı, abisi de erken yaşta okulu bırakmak zorunda kalmasaydı, arkadaşlarının başına türlü felaketler gelmeseydi, müdürüyle kavga etmeseydi... Nihayet Gültepe’de yaşıyor olmasaydı. Sahiden öyle mi? O zaman Seyfi tamam mı olacaktı? Nazlı ile tam mı olacaktı?
Seyfi’ninki çok erken yaşta edinilmiş ve kadere lanet etmenin otomatik refleks haline geldiği bir olduramama hastalığı mı, yoksa Gültepe’dekilerin okulu bırakıp çalışmaktan, evlere temizliğe gitmekten, olmadı Meziyet’in olanca hiddetiyle Suna’ya fabrika kapısını göstermekten başka şansı yok mu? Dizinin bu soruya kesin bir cevap vermesini istemiyoruz; tüm yolların kapandığını, karakterlerin umutlarının geri dönmemecesine tükendiğini ya da tam tersi Suna’nın pastane dükkanının bir girişimcilik mucizesine dönüşmesini beklemiyoruz. Bir Gültepe Dream değil, tüm bu yokluk ve dışlanmışlık içinde oldurmaya çalışanların mücadelesini görmek istiyoruz. Hatta sadece hayat mücadelesine değil, hayatın bir nehir gibi Gültepe sokaklarından, penceresi aralık evlerden, minübüsten taşan şarkılardan, kapı önü sohbetlerinden aktığı anlara şahit olmaya ihtiyacımız var. Klasik tabirle hayat bir mücadele belki, ama biraz da ayaklarını boşa sallamak, sakız çiğnemek, Gülümser’in mercimek çorbasını içmek, Gülali’nin güvercinlerini uçurmak falan. Şanslıyız ki, dizi bizi bu anlardan mahrum bırakmıyor.
Tamamlanamayan derken Gültepe’nin tüm evlerine girip sormadım ama semtin en olmamış, yarım kalmış, üçüncü derece yanık misali üçüncü derece dışlanmış ‘red zone district’i Reşat ve Fevzi kardeşlerin evi; tam bir tamamlanamamışlık abidesi. Duvar cepheleri de kırmızı dikkat edersiniz. Oradan geçenler otomatik olarak sinyali alıp dedikoduya ve cıkcıklamaya başlıyor. Şimdi mahallenin yeni günah keçisi Gülümser de eve yerleşince depremin etkisini gösteren halkalar gibi evin etrafındaki halkalar çoğaldı. Ama Reşat’ın da mealen dediği gibi battı balık yan gider. Ötekinin halinden en iyi beriki anlar. Asıl anlaşılmaz olan bunlar, yani tüm Gültepe ahalisi, zaten Berikistan diye bir yerde yaşıyorlar, oranın sınırları dışına adımlarını attıklarında “Gültepeli” diye 1-0 geride başlayacakları bir potansiyel ilişkiler listesi var önlerinde. Ahlak, namus gibi şeyler işin içine girince sınır tanımaz bir vurdumduymazlığı mı var bu toprakların, başka soru da o.
Bu arada dünyanın eğer bir düzeni varsa o düzeni sağlayanın, dünyanın en azından baş döndürücü hızda değil de sakin sakin dönmesine eşlik edenin kadınlar olduğunu, evi cennetten bir köşeye dönüştüren Gülümser’le bir kez daha gördük. Gülümser’in o evin içine sızması --bu tam anlamıyla bir sızma-- öyle görünmez bir dikişle bağlandı ki hikayeye onun evin içindeki varlığını hiç yadırgamadık. Gülali’yle kim bilir bir daha ne zaman bir araya gelirler derken aynı masada çorba kaşıkladılar. Gülümser oğlunun tüm hırçınlığına ve kırgınlığına rağmen onu zamanı gelene kadar bir güvercini besler gibi beslemeye, yanında durmaya devam edecek. O evde çamaşırlar yıkanacak, çamaşırlar asılacak, salatalar yapılacak, okuldan gelince çantalar kapı önüne atılacak. Tamamlanamamışlık abidesi böyle böyle tamamlanacak.
Sonra Seyfi Nazlı’ya düzgün taş sektirmeyi öğretecek, güzel sektirmek için taşların yusyuvarlak olmasını falan. O zaman tam olacak.
Haftanın gevreği: Basri’nin Nazlı’ya vurulduğu sahnede ekranda horon tepen yaylı grubu.
Haftanın çiğdemi: Sahne geçişleri öyle bir ustalıkla yapılıyor ki şu dizi 50 dakika olsa daha neler çıkar diye soruyor insan.