Lisede Duran Bey diye bir felsefe hocamız vardı. Her daim gülerdi, okulda dolaşır, herkesle iletişim kurmaya çalışır kimseyi incitmezdi. Zekiydi, bilgi doluydu. Hollywood’un aşırı idealize öğretmenlerinin fiktif olmayan hali gibiydi. Sonra bir gün Duran Hoca’nın kansere yakalandığını, tedavi olacağını öğrendik. Günler sonra bir Cuma günü okul çıkışı törenine geldi, yine kıpır kıpırdı, hareketliydi. Zayıflamış, bir deri bir kemik kalmıştı ama neşesinden de hiçbir şey kaybetmemişti. “Tatile gidiyorsunuz sizi tutmayacağım,” dedi “İyileştim,” dedi ve bir şarkı söylemeye başladı: “Bir gün belki hayattan, Geçmişteki günlerden, Bir teselli ararsın, Bak o zaman resmime”. Bütün okul herkes eşlik etti Duran Hoca’ya. O gün umut vardı ve o gün en çok da yaşam vardı.
Bu dünyada ise yaşam yok. Yaşamın bittiğini, yaşamın umuttan ibaret olduğunu anlatan, The Walking Dead tarihinin en şahane sekansıyla açılıyor bölüm zaten. Umudun imgeleri birer birer akıyor ekrana, yere çizilmiş gülen bir güneş, çocuk parkında gülen ikizler, bir çocuğun hayalinden fırlamış gibi görünen kayınların arasında sarı sıcak bir pencerenin resmi, arabanın camına vuran bir güneş. Hepsinin tepesinde asılı duran ise ölüm, hepsinin öncesinde de Beth’in ölümü. Biliyoruz ki yerdeki güneş yerde kalacak, gülen ikizler bir daha çocuk parkında koşamayacak, arabanın camındaki ışık sönecek ve o resmin üstüne kanlar düşecek. Cesur yeni dünya yok çünkü, ölü yeni dünya var.
Ölen bir dünyadan kurtuluş miti malum: Nuh’un Gemisi’ne binmek lazım. Çifter çifter değil belki ama yanındakiler için ve bazen de kefaret için. Noah’nın kurtuluşu çok kimsenin umurunda değil, duvarların insanları korumaktan çok uzak olduğu Woodbury’de de hastanede de ortaya çıkmıştı çünkü; yürüyenlere karşı etkili olabilir duvarlar belki ama insanların yıkıcılığına karşı kör bir makastan daha yararlı değil. Aristofanes’in “İnsanlar büyük duvarlar yapmayı dostlarından değil, düşmanlarından öğrendi,” lafı da belirleyici. Duvar değil karakterlerimizin motivasyonu, bir sığınak hiç değil; sığınak arayışı biteli çok oluyor çünkü. Herkesin kafasında ortak bir şey var aslında: Beth’ten özür dilemek.
Beth’in vasiyeti ise Noah’nın ormanın içinde, kaldırımlarında gülen güneşlerin çizili olduğu, sokağının başında Summer Place (Yaz Mekânı) yazan, evinde ailesinin ve ikiz kardeşlerinin halen gülüp oynadığı evine götürmek. Dünyanın en şirin köyünü çevreleyen duvar, yaşayanları yürüyenlerden korumak için değil; gerçekle bağını koparmak için orada. Glenn’in gördüğü bir ev motifi değil, sığınılacak bir yer hiç değil. En büyük şehirden en küçük yerleşim yerine toplum çözülmüş durumda.
Çimenlerin kanla lekelendiği, ağaçların bile çürümeye yüz tuttuğu, siyah bir ışığın hâkim olduğu yerde karakterlerimiz vicdan muhasebesine başlıyor, Noah yıkılırken. Beth’in ölümünden herkes kendini sorumlu tutuyordu, Rick alamadığı intikama hayıflanıyor, Michonne devam etmek için bir sebep arıyor, Glenn’in aklında ise Maggie var; grubun Yoda’sı Tyreese’in ise görevi belli: Noah’yı avutmak. Kaybettiklerini anıyor Tyreese, kayıplarına sebep olduğunu düşündüklerini, Noah aracılığıyla günah çıkarırken devam etmenin, geride bırakabilmenin önemini vurguluyor; kendisi geride bırakamamışken. Hayatta kalmanın en önemli koşullarından biri geride bırakabilmek, önündekine odaklanabilmek. Noah, Tyreese’in sesindeki pişmanlığı fark ediyor olacak ki, geride bırakabilmek için, kendi günahlarından arınmak, kafasındaki şeytanlarından koşmak için artık yuvası olmayan evine; dört duvara doğru koşturmaya başlıyor.
Ama önce Tyreese. Her daim verici Tyreese evi kontrol etmek için giriyor; odaları dolaşırken bir yürüyenin sesini de duyuyor ama bu yeni dünyaya bir türlü ayak uyduramadığından önce tehdidi ortadan kaldırmak yerine evdeki fotoğraflara göz gezdirmeye karar veriyor. Mutlu ikizler, oynayan ikizler, çocuk parkındaki ikizler. Sasha’yla çocukluklarını hatırlıyor muhtemelen, eski günleri; güzel günleri. Noah’ya verdiği öğüdü kendisi yerine getirmiyor, bırakıp gidemiyor bir türlü; Carol’la, kızlarla ve Judith’le yaşadığı kulübeyi hatırlatan bir resim görüyor, “Burada yaşayabiliriz,” dediği kulübeyi. Sürekli bir yerleşme, sürekli bir eski düzene dönme arayışında çünkü, sonra arkasında yeni düzen beliriveriyor. İkizlerden biri zombileşmiş haliyle kolunu ısırıveriyor. Kendini kurtarmaya gelen ise Tyreese’den çok daha fazla geride bırakmayı başaran Noah. Artık hiçbir zaman uçmayacak bir oyuncak uçakla öldürüyor zombi kardeşini.
Can çekişme sürecinde kaybettiklerini, kaybettirdiklerini görüyor Tyreese. Vicdan muhasebesini de o zaman yapıyor esas. The Shining’den fırlamış Kubrick ikizleri halinde kızları görüyor, Vali’yi görüyor, Gareth’ın ekibinden öldüremediği adamı görüyor, Bob’ı görüyor ve en çok da Beth’i görüyor. Hepsiyle ilgili bir pişmanlığı, hepsiyle ilgili bir unutamamışlığı var. Beth’in şarkısı devam ederken yavaş yavaş vedalaşıyor hayatla. Herkesle birer birer helalleşirken, yaşamında bir türlü sahip olamadığı bir huzura da eriyor. Saati durmuş saatli radyodan duyduğu ses, zamanın büküldüğü, zamanın yok olduğu bir yere doğru yola çıkarıyor onu. Rick’ler onu kurtarmaya geldikten sonra mücadeleyi de bırakıyor, bir çuval gibi, bir yürüyen gibi amaçsızlaşıyor; yaşamındaki pişmanlıklarını teker teker yeniden yaşarken günah çıkarıyor, günahsız bir şekilde yoluna devam edebilmek için. İdealize ettiği kulübe kanla ıslandığında başka bir bırakışın mümkün olduğunu anlıyor. O çıkmaz gibi görünen tren yolu, arabanın camına vuran ışık, radyodaki ses onun için yeni bir çağrı; işte o zaman anlıyor eski dünyaya dönüş olmadığını, o zaman anlıyor pişmanlıklarından kaçış olmadığını, asla bırakıp gidemeyeceğini. Ve işte o zaman, bırakıp gitmeye karar veriyor. Böylesi daha iyi.
Yine bir Cuma günü törende Müdür Yardımcısı geçti mikrofonun başına. “Duran Hoca’nızı kaybettik. Başımız sağ olsun,” dedi. Uzatmadı lafı. Herkesin kafasında aynı şarkı, herkesin aklında o bir türlü dillendirilememiş sözler vardı: “Benden sana son kalan, Bir küçük resim şimdi, Cevap veremez ama, Ağlar Yalnızlığına.”
Ve o gün, umut öldü.