Artık herkes onları neredeyse tanıyor- diyebilmeyi isterdim. Ama halen net bilgilere sahip değiliz haklarında. Bir tek Laurie, Patti, Gladys (o da öldüğüne göre?) ve Meg’i tanıyoruz. İsmen biliyoruz. 3 kişi, ÜÇ kişi. Diğerleri çok çok büyük gizem, belki.
Gladys’in yüzünün olduğu posterler her yere asılmışken, Kalan Günahkârlar onları tek tek söküyor duvarlardan.
Bu sökme işlemi sırasında ANNESİNİ gören Jill, fena halde duygusuz. Duygulu belki ama umursamaz. Ama bir yanının yara kaplı olduğu resmen görünüyor.
Oradan ayrılıp ormana gidiyor Jill ve dostları.
14 Ekim günü ortadan kaybolan birini anmak için ya da anma yöntemini tastamam farklı kullanıp bir yiğitlik gösterisine dönüştürmek için, birbirlerini eski bir buzdolabına kapatıyorlar. Ne kadar nefessiz kalınabileceğini göstermek, KANITLAMAK, anlatmak adına. Tabii Jill Garvey de, babasından aldığı yiğit yanını kanıtlamak adına kendini buzdolabının içine kapattırıyor. Hatta rekor süreyi dahi geçiyor. Fakat iş dışarı çıkarılması için kapağı açmaya gelince- kapak açılmıyor!
Onlara Jill’i çıkarmaya uğraşsın; Kevin ve Nora, yeni çiftimiz, en yeni çiftimiz, ilk kez Nora’nın evine gidecek. Nora davet ediyor. Hem de davetin sonunun yatağa uzanacağını bile bile. Hak etmiş olabilirler, bitsin- ya Laurie? Geçen gün onun için gözyaşlarında boğulmuyor muydu Kevin Garvey?
Jill’i de kim kurtarıyor dersiniz?
Hastaneden kaçan büyükbabası kurtarıyor.
Nasıl ve ne zaman orada oldu? Hastaneden neden kaçtı? Kevin’ın bilmesini neden istemiyor?
Sorular.
Sorular.
Tom’un yanına yuvarlanıyoruz hemen.
Hastalıktan kıvranan Christine’e nasıl yardım edebileceğini bilemiyor Tom. En sonunda da kendini dışarı atmakta, odadan kaçmakta karar kılıyor. Ki, dışarı çıktığında Wayne arıyor. Çarpık bir zihinle, çarpık sözcüklerle konuşuyor. Hatırlamıyor. Arayan kişinin kendisi olduğunu dahi unutuyor.
Para istiyor Tom’dan.
Ona verdiği paranın bir kısmını.
Birçok şeyi unutmuş, belki de ölmek üzere olan biri –olabilir mi?- parayı ne yapmak ister ki?
Tom bilmiyor. Sadece telaşlanıyor, o kadar.
Bu sırada Kevin ve Nora da eve varıyor. Kapının önünde de “ilk işine çıkmış” Meg ve bir başka kadını buluyorlar. Önceden renkli kıyafetler içerisinde, konuşan biri olan Meg (bknz Liv Taylor) yeni tarzıyla da göz dolduruyor. Gözbebeğimize kadar.
Kevin gitmeleri gerektiğini söylüyor. Kibarca.
Ama kendini vurdurma fantezisiyle çılgınlığını keşfettiğimiz Nora, üzerlerine tazyikli su tutuyor. Meg’i öyle bir ıslatıyor ki, bir kadın bu kadar mı güzel ıslanır şapşallığına yuvarlanıyoruz aniden. Düşüyoruz hatta.
Ama ıslatmak hiçbir şeye çare olmuyor.
Hormon bir kere öldü mü, sustu mu, nötrlendi mi- geri gelmesi zaman alıyor.
Eve girip biralarını açan Nora ve Kevin sevişemiyorlar, sevişemiyorlar, sevişemiyorlar. Ve bir başka akşam denemeye karar veriyorlar. Bu işin denemesi mi olur allasen?
Tom, Christine’in başını bekleyen sadık bir köpek gibi. Yaralı.
Aimee und Jill.
Birçok işin altından ikisi, aynı anda, beraber çıkmayı başarıyor.
Buzdolabı macerasından sonra eve dönüp, Kevin’a, eve yeni giren Kevin’a büyükbabasının nasıl bir suç işlediğini soruyor Jill. Sakince. Herkes kadar, merakla.
Kevin büyük bir suç olduğunu, birilerinin hayatını tehlikeye sokan bir suç olduğunu söylüyor.
Jill, belki korkusundan, büyükbabasını gördüğünü söylüyor. Onun bakım gördüğü yerden kaçtığını. Kevin içinin derininden yükselen bir güçle, şaşkınlıkla susuyor. Sadece susuyor. Garip buluyor bu durumu, belki. Neden kaçtığını anlamaya çalışıyor. Çabalıyor.
Polis merkezine topluyor herkesi.
Babasının kaçtığını ve aslında ne kadar tehlikeli olduğunu filan- onu aramaları gerektiğini söylüyor. Her yere dağılmaları gerektiğini. Bu işi kotardıktan sonra da, kütüphane yakan babasını araması için polisleri dağıttıktan sonra da, koşup Belediye Başkanı’nın evine gidiyor. Ona gitmiş olabileceği ümidiyle. İç kuşkusuyla.
Belediye Başkanı, orada olmadığını söyledikten sonra fena halde kuşku uyandırıcı bir cümle kuruyor: “O sana geliyor Kevin.”
Tabii bu cümle Kevin’ı etkilemiş olacak ki, eve gittikten sonra silahını ve telsizini alıp beklemeye başlıyor ki- o esnada koltukta uyuyakalıyor.
Kevin’ın meşhur rüyalarından birine düşüyoruz.
Evin dışından gelen sesler üzerine dış kapıyı açıyor ki, karşısında Köpek Katili Adam. O ADAM. Bir köpeği posta kutusunda kıstırdığını, onu öldürmek isteyip istemediğini soruyor. Tam bu anda, BİR ANDA, evin açık kapısında Tom beliriyor, Kevin’a bakıyor, Kevin da ona bakıyor. Kapıyı sertçe kapatıyor. Silahını doğrultuyor Kevin, posta kutusuna bir iki el ateş ediyor. Köpek Katili Adam’ın arabasına baktığında da, pikabın sırtında ölü insanlar görüyor. Poşetlenmiş. Kalan Günahkârlar. Onlar, ölü halleriyle dahi Kevin’a bir şey anlatıyor. Rüyada. Ve Kevin uyanıyor.
Her keresinde olduğu gibi yine yataktan düşerek uyanıyor.
Dışarda köpek sesleri.
Eli sargıda. Açıyor bakıyor ki, köpek dişleri. Kevin’ın hayatının neresine düşüyor köpekler? Köpek ısırıkları? Dişleri?
Mutfağa gittiğinde durum daha da enteresan bir biçim alıyor. Aimee, köpeği Kevin’ın getirdiğini filan söylüyor. Isırığı gördüğünü. Krem filan önerdiğini. Bütün filanları söylüyor Aimee. Jill de yanında. O habersiz. Kevin şaşırıyor. Büyük bir havuzun buza kesmiş suyuna dalış yapıyor, sanki.
Ardından bir telsiz haberiyle koşup gidiyor. Kevin’ın babası bir kütüphaneye girmiş, bilgisayarda bir şeyler yapmış, 200 dolar borç istemiş, bu parayı oğlu için harcayacağını söylemiş, çıkarken de eskiden en sevdiği polisin kaşını patlatmış- Kevin bir kez daha o havuza dalıyor. O, gerçekten Kevin’a mı geliyor?
Büyükbaba kütüphaneden rüzgâr gibi geçmiş, fırtına gibi, hortum gibi.
Tom, Wayne’in dediği biçimde elinde bulunan paranın yarısını söylenen yerdeki posta kutusunun altına yapıştırıyor. Beklemeye başlıyor. Wayne’e ulaşacak sanıyor. Ama öyle olmuyor. Parayı almaya gelen adamı takip edip, evi bastığında, kapıları kırdığında ulaştığı kişi Wayne değil, hamile bir kız ve onu koruyan, tıpkı kendisine benzeyen bir adam oluyor. Wayne’in hamile kızlarından biri daha, böylece, ulu orta gözlerimizin önüne seriliyor. Dökülüyor. Saçılıyor. İnsan, kendine benzeyen, aynı mağduriyette birini bulduğunda karşısında, ne yapar? Tom her şeyi anlatıyor, bir başka kız daha olduğunu, hatta başka başka kızların da olabileceğini söylüyor. Söyledikleri ise yalnızca bu evdeki kızı, Laine’i çıldırtıyor. Eline geçirdiği silahla her yere kurşun savuruyor. Ve bağırıyor: “Benim oğlum Seçilmiş Kişi. Bana öyle söyledi.” Ya da bunun gibi sözler. Sinir krizi, eşiğinde bekleyen bir kadını kandırıp içeri alıyor.
Ailenin en sakin, en sıradan, en hareketsiz kızı Jill (buzdolabını saymıyorum) evde müzik dinlerken, büyükbabasının geldiğini görüyor. Köpeğe kaptırdığı gömleğini söküp almaya çalıştığını görüyor.
Onu eve alıyor. Büyükbabası önce 200 dolar, ardından yatıştırıcı olup olmadığını soruyor ki, bu sayede Kevin’ın ilaçlarla dolu bir geçmişi, şimdisi olduğunu öğreniyoruz. Odasındaki komodinin üstü ilaçlarla dolu.
Bu sahne yaşanırken, eve Kevin geliyor. Meğer Jill haber vermiş, ultra zeki bir davranış sergileyerek. Kevin geldiğinde de Jill, babasının babasını kelepçeletmesi görüntüsüne maruz kalıyor. Resmen BİR ANDA, bir travmanın göbeğine düşüveriyor. Onlar gittikten sonra da büyükbabasının cebinden düşen not kâğıdını bulup, internetten son derece gizli bir alışveriş gerçekleştiriyor. Acaba nedir? Nedir?
Kaldığı bakım evine götürülen büyükbaba (ismi neydi acaba?) yolda kaçıveriyor. Kevin de onu yakalayacağım derken, Gladys’in anmasını gerçekleştiren Kalan Günahkârlar’ın arasına dalıveriyor. Patti’yi düşürüveriyor. Sonra. Patti und Meg und Laurie, Kevin’a can yakan, içe işleyen bir şekilde bakıyor, bakıyor, bakıyor.
Jill partiye gidiyor akşam, Aimee kalıyor.
Kevin eve geldiğinde de, Aimee tastamam kur yapan serçeler, tavşanlar, zürafalar gibi Kevin’la konuşmaya başlıyor. Ama işe yaramıyor. Köpeğe yemek vermek için dışarı çıktığında orada, bahçenin bir köşesinde, minik bir alanında işlerin yolunda gitmediğini, bir şeyler döndüğünü keşfediyor. Peder Jamison’ın gömdüğü, daha doğrusu Kevin’ın babasının gömüp sonra Peder’in aldığı, ardından yerine bıraktığı parayı buluyor kavanozda. Peder’i arıyor.
Peder’in evini bastığında(oğlu da ev bastı!) onu orada bulamıyor. Ama bir şekilde de ulaşıyor ona. Babasının onun yanında olduğunu öğreniyor. Akşam bilmem nerede buluşmalarının doğru olacağını filan- akşam gerekli köşelere polisler konulduktan sonra babası ve Peder’le buluşuyor Kevin. Babası, 14 Ekim’den bu yana bir oyun döndüğünü ve Kevin’ın bu oyunda kilit bir rolü üstlenmesi gerektiğini muştuluyor. Ama Kevin inanmıyor ona. Babasının verdiği dergiyi kabul etmiyor. Etmiyor.
Babası çıldırıyor.
Kevin’a bir yumruk geçiriyor önce.
Kevin onu sakinleştirmeye çalışıyor sonra.
Ama olmuyor, olmuyor, olmuyor.
Sonunda kelepçeleyip olması gerektiği yere “tıkıveriyor” babasını.
“Bu ilaçlar senin mi yavrucuğum?”
Kevin bu kadar olayın üstüne, gidip Nora’nın kapısını çalıyor.
Kapının önünde, evi gözleyen Meg’in ve yanında bir başka kadının varlığını bilerek. Bu buluşmanın haberinin karısına gideceğinden emin olarak.
Eve giriyor. Nora’ya dudaklarını yapıştırıyor. Yatak odasına koşuyorlar. Soyunarak, soyunarak, soyunarak öpüşmeye devam ediyorlar. Sonrası iniltiler. Öpüşmeler. Libido. Vücut sıvıları. Ama Kevin’ın yüzünde hep bir acının gölgesi.
Kevin eve döndüğünde babasının ona verdiği derginin bir kopyasını buluyor. Jill almış, not kâğıdında yazdığını görünce. Kızıyor Kevin. Bir yandan da merak içini kemiriyor. Merak.
Tom, Wayne’in aramasını cevaplamayıp telefonu kırıyor.
Christine, küvette bir kız çocuk dünyaya getiriyor.
Bölüm bitiyor.
Geriye Kevin ve Nora’nın çıplak görüntüsü kalıyor.
Çıplak vücutlar. Çekici tenler.
Bu bölümün yıldızı, hiç kuşkusuz, ismini hatırlayamadığım büyükbaba.