Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZETLİYORUM
Ne yana baksam aşk vardı
Sezon: 1 Bölüm: 45
İlişkilerine son vermiş olsalar da, birbirlerine ‘siz’ deseler de, Mahir ile Feride’nin ilişkisi ekranı aydınlatmaya devam ediyor.

Karadayı’nın 45. bölümünü bitirdik sağ salim. Dizilerin haddinden uzun süreleri, izleyenin dikkatinin dağılmasına neden oluyor. Bu nedenle de kimse iki saati aşkın bir süre ekrandan gözlerini ayırmadan dizi izleyemiyor. İşte uzun uzun özetlerin işlevi: Bir önceki hafta çay koyarken, bir yandan dergi okurken yahut twitter’da oyalanırken kaçırdığınız her şeyi özet bölümünde yakalıyorsunuz. Bu haftanın Karadayı özetinde yakaladığım ve keşke yakalamasaydım dediğim şey, Turgut Savcı’nın el yazısı oldu. Geçen hafta bakmadan dinlediğim o romantik düşüncelerin yazılışını bir gördüm ki, aman Allah! Sanırsın eğitimini 60’lı yıllarda tamamlamış koskoca savcının el yazısı değil de, ilk eğitim döneminden bu yana parmakları internet kafelerindeki tuşlardan başka bir şeye dokunmamış gencecik bir market çırağının Bic tükenmez kalemle aldığı notlar. Cümle içinde geçen ‘Feride’ büyük harfle bile yazılmamıştı, o derece.

Neyse, geçen bölümde illegal bir sorguya alınmak üzereyken bıraktığımız Serra, bu hafta ciddi bir psikolojik baskı gördü üç silahşörler tarafından (Mahir, Feride, Yasin); hatta Yasin, babadan kalma yöntemle tokadı bile aşketti kadıncağızın yüzüne de buna rağmen ağzından tek kelime çıkmadı kocasının aleyhine. Çünkü ona deliler gibi aşık. Fakat, her şeyin farkında olan kötüler kötüsü Turgut işi şansa bırakmadı elbette. Serra’nın, annesinin ve küçük kızının kalemlerini kırdı. Tıpkı Feride’nin Turgut’un kalemini kırdığı gibi. Feride ve Mahir, Bahar’ın katilinden aldıkları tüyoyla son anda duruma el koydu da, üç savunmasız kadından oluşan bu çekirdek ailenin katledilişine üzülmek zorunda kalmadık.

Dün geceki bölümün aşkla özel bir ilişkisi vardı. Artık sevgili olmadıkları için çok komik bir şekilde birbirlerine ‘siz’ diye hitap eden Mahir ve Feride’yi yani esas hikayeyi bir yana bırakırsak, şahsen ilgiyle izlediğim yan hikayelerden biri de Necdet (pardon Barut) ve Ayten’in hikayesi. Melike Yalova’nın küçük ekran için ideal bir yüz olduğunu düşünüyorum. Ufacık, tefecik ve konuşması Adalet Cimcoz’a benziyor. Onun bulunduğu sahneler, direktoman ‘eski Türk filmi’ benim için. Dün geceki bölümde nasıl iki hayat arasında kaldığını çok net olarak gördük. Sanırım Necdet’in vurulmasından sonra kendisi de farkına vardı bu arada kalmışlığın. Bu ilişki, bağımsızlığını dün ilan etti ve ilk icraatı da Necdet’i (pardon Barut’u) Dalyan’ın elinden kurtarmak oldu. İlgiyle izlemeye devam edeceğim.

Eskiden hikayede daha çok yer tutan ve neredeyse Feride ile Mahir aşkından bile daha çok etkilenerek izlediğim ama son bölümlerde pek ihmal edildiğini düşündüğüm bir diğer aşk hikayesi de Songül ve Osman’ınki. Necdet’in kardeşi Osman’ın Songül’e olan aşkını hiç gocunmadan, kaçınmadan ifade edişi ve ne olursa olsun vazgeçmeyişi, bu dizinin kadınlar tarafından yazıldığının önemli kanıtlarından. Mahir’in Osman’ı dükkana alması bu yoldaki önemli kavşaklardan biri. Ailenin içine giriyor, yavaş yavaş. Bakalım ne olacak?

Dün gecenin bir başka kırık aşk hikayesi ise İlknur ve Bülent’ten geldi. İlknur gibi aydınlık bir kızın nasıl aşık olduğunu anlayamadığım çok afedersiniz dangoz Bülent, kendisinden hiç ama hiç beklemediğim duyarlılıkta bir ayrılık konuşması yaptı. Gerçi hemen ardından artık Yılan Berdan’ın adamı olan kayınbiraderi Orhan’ın yanında soluğu alması, huylunun huyundan vazgeçmeyeceğini gösterdi. Yine de küçük Nazif’i göz ardı etmemek gerek. Bu ilişkiye doğrudan etkisi olabilir ilerleyen bölümlerde.

Birinci sezonda, hikaye epey ilerledikten sonra ortaya çıkan ve nasıl bir tip olduğuna bir türlü karar veremediğimiz Orhan artık kıvamını bulmuş görünüyor. ‘Annem beni hiç sevmedi, kötüyüm, kötüyüm’ noktasından, abisini kurtarmak uğruna gözünü kırpmadan cinayet işleyebilecek sağlam bir kardeşe dönüşmesini izledik hep beraber. Fakat kader onu kanun dışı yaşamaya mahkum etti, o da bu hayata gayet iyi ayak uydurmuş görünüyor. (Yalnız şu an asayişini sağladığı randevuevine ilk geldiğinde, evde çalışan ne kadar kız varsa sanki orası randevuevi değil de Sultan Süleyman’ın haremiymişçesine hepsinin ağzı sulanarak Orhan’a göz süzmesine hiç anlam veremediğimi belirteyim. Bu neyin yoksunluğudur, anlamadım ki.) 

Turgut Savcı ekranlarda son zamanlarda gördüğümüz en kötü karakter olabilir. Bu bölümün final sahnesinde de adeta vampirdi.

Son bir kaç bölümdür senaristlerin unuttuğunu sandığım gazete patronu Çetin ise dün gece nihayet gündeme geldi. Kötülük kumkumaları eski Bakan Mehmet Saim Şadoğlu ve Turgut Savcı ondan kurtulduklarını sanadursunlar. Ağızlarının paylarını alacakları anı iştahla bekliyorum. Daracık sokaklarda Rolls Royce’la gezen ünlü gazete patronu ve fedakar nişanlı Sinan’i ise Allah’a havale etmekten başka şansımız yok. (Hayır bari, başka biri seslendirseydi de biraz inansaydık kendisine.

Yeni neslin kullandığı “kafamda deli sorular” ibaresine en çok anlam verdiğim anlar Karadayı’yı izlediğim anlar oluyor. Hikayeyle ilgili o kadar çok soru soruyorum ki kendime… Mesela, Serra, sokakta kaldığında kendisine kapısını açıp, kızına dedelik ettiğini öğrendiğimiz Süleyman Bey’in ölümünü nasıl bu kadar kolay içine sindirebiliyor? Sevdiği adamın, hürmet duyduğu başka bir adamı hunharca doğradığını öğrendiği o ilk anlarda kaplan gibi “Ver o düğmeyi bana!” diye nasıl kan içindeki Süleyman Bey’in üstüne saldırabiliyor? Koskoca Hakime Hanım niye babasından bu kadar çok azar ve ültimatom işitiyor, niye bunlara tepkisi dudağını büzmüş ağlamaklı suratlı ortaokullu kız tepkisinden öteye gitmiyor? Gerçekten ‘kafamda deli sorular’.

Esas meseleye geliyorum. İzlerken en çok mızırdandığım ama bir yandan da izlemekten hiç vazgeçmediğim bir dizi Karadayı. Mızırdanma nedenim, Türkiye’de dizi yapımcılığına çağ atlatmış olan Ay Yapım’ın beni bir izleyici olarak ufak tefek hatalara bile tahammülsüz hale getirmiş olması. Yani ben sizin neler yaptığınızı gözümle gördüm, niye burada da daha iyi olmanızı beklemeyeyim ki?

İzlemekten vazgeçememe nedenlerim ise iki adet ve bir dizi izleyicisi için çok önemli.

İlk neden: Şurası bir gerçek ki, Karadayı’nın senaristleri Sema Ergenekon ve Eylem Canpolat, her bölümde nereden, nasıl uydurduklarını anlayamadığım bir kaç ‘twist’le karşıma çıkmayı başarıyorlar. Yani, ben dizinin gelişimini tahmin edemiyorum. “Bitti bu hikaye, tükendi” dediğim her an, ister saçma sapan, ister dahiyane olsun hiç farketmez, beklenmedik bir yol açılıyor önümde. Savruk ve sallapati bulduğum bir çok uygulamasına rağmen, Karadayı’nın hikayesi ilgimi hep ayakta tutuyor. (Mesela dün gecenin sanki bir vampir dizisinden alınmış gibi duran ürpertici final sahnesiyle ilgili hiçbir tahminim yok. Bir hafta beklemekten başka da yapacak bir şeyim yok.)

İkinci neden: Ve elbette ki ben de her televizyon izleyicisi gibi star ışığını gördüm mü, gözümü alamıyorum. Bol yakın planlarla doya doya izlediğimiz Bergüzar Korel ve Kenan İmirzalıoğlu alenen aydınlatıyorlar ekranı. Dün gece, sözde gelinlikçide Mahir’in müzik eşliğinde perdenin arkasından bir çıkışı vardı ki… Batman’in pelerinini savurarak belirişi o basma perdenin ardından çıkışın yanında halt etmiş. Mahir ve Feride arasındaki elektrik bu dizinin başlıca lokomotifi bence. Sanırım Bergüzar Korel de oyunculuğunu özellikle bu başbaşa sahnelerde konuşturuyor. (Mesela Turgut Savcı’yla birbirlerine sahtekarca davrandıkları sahnede her iki oyuncu da abartının dibini bulmuştu.)

Toparlayacak olursak, Karadayı ekranların en önemli işlerinden biri. Onu ve bizi izlemeye devam edin.

 
YORUMLAR




BUNLAR DA VAR