Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZETLİYORUM
Meg’in baltası
Sezon: 1 Bölüm: 2

“Gel bacım, gel. Zaten yeterince dert olacaksın bana,” diyen Tom, peşinde de Asyalı kızımız Christine.

Wayne’de bir iş olduğunu söylemiştim.

Söylemiştim demeyi sevmesem de söylemiştim.

Bir suç dosyasının incelendiği ana gözlerimizi açmamızla başlayan bölümde, Wayne’in evinin basılmasıyla başımız dönüyor. Onlarca polis, Wayne’in Asyalı güzel işçi(ne işçisi dediğinizi duyar gibiyim,cevap vermeyeceğim)kadınlarla dolu evini basıyor. Çıldırış. Çığlıklar. Silahın nişan ışığı(başka ışın veriyor olabilirler mi onlara?).

Baskın sırasında Tom’un, geçen bölüm havuz başında konuşup fingirdeştiği kız koşup kaçmaya çalışıyorken aniden- kendini, silah doğrultulmuş vaziyette, Wayne’in nerede olduğunu ispiyonlaması beklenirken buluyor. Polis kızı vuracak mı yoksa vurmayacak mı diye düşünürken bir silah patlıyor. Ama silah polis memurunun ensesinde patlıyor:Tom, kızı kurtarıp, ona önemli olduğunu söyleyerek bir gizlenme yerine götürüyor. Peki, ama kızın önemi ne?

Ayrıca bir de, böylesi bir dizi böylesi bir açılışı hak edecek ne yapmış olabilir?

Kevin Garvey, yine poposu açık uyumuş olacak ki, rüyasında Aimee’nin kendisini uyandırdığını, ormana götürdüğünü ve köpekleri vuran “gizemli adam”ın birini vuruşunu seyrederken kendi ayaklarının tutuştuğunu görüyor. Sonra da uyanıveriyor. Uyanışın peşinden karşı komşusunun, Kevin’ın bahçe çitlerini yaktığını görüyor ve belki bu yangınla, ateşle onun rüyasına sızdığını düşündürüyor. Olamaz mı? Olabilir.

Bu arada dakikalar sonra Meg, aradan haftalar geçtiğini söylemeyecek olsa, sürekli olarak geçen bölümde kar olup olmadığını düşüneceğim. Hem de santimlerce kar. Bembeyaz. (Bu bembeyaz karın üzerinde, seksi Kevin’ın yanan çitlerini söndürmek için hızlıca evden çıktığı için çıplak ayaklarıyla yürüdüğünü söylemezsem gözüm açık gider. İçi yanıyor adamın, içi!)

Aimee ve Jill, evden çıkıp gittikleri kafede Jill’in Kahramanlar Günü’nde konuşma yapacak kadar akrabasını(çoluğu çocuğu und kocası) kaybeden Nora Durst’un çantasında bir tabanca olduğunu görmesi ve kadının garip davranışlar sergilediğine şahit olmalarından mütevellit kadını takip etmeye başlıyorlar.

Ultra seksi Kevin Garvey ise bu sırada bir terapiste, geçen geceki öldürülen köpeklerin hesabını veriyor. Gizemli Adam’ı orada gören kimse olmamış. Yoksa her keresinde poposu açık kalan Kevin ayakta da mı uyumaya, rüya mı görmeye başlamış?

Meg ve Lauire ise, ormanda kısa bir gezintiye çıkıyor. Lauire, Meg’e bir balta veriyor. Tabii sürekli sigara tüttürerek ve konuşmadan anlaşmaya çalıştığı için ne olacağına dair hiçbir ipucu yok ortada. Meg de, baltayı alıp ağaca vurmaya başlıyor! Bu sahne öyle acıklı görünüyor ki, Meg’e(bknz. Liv Taylor duruluğu, güzelliği, pınarı) neyi kanıtlamaya çalışıyorsan ben yardımcı olacağım dedirtecek kadar sarsıyor insanı. Tutup sallıyor. Kendinden geçiriyor.

Bir insan kerelerce ama boş yere balta salladığı ağaçtan ne öğrenebilirse, Meg hepsini öğreniyor. Ezber ediyor. Nakış nakış işliyor zihnine. Hem de minik bir isyanla.


Aimee und Jill, Nora’yı takip etmeyi iş ediniyor.

Tom, adının Christine olduğunu öğrendiğimiz kızı korumakla ve Wayne’e ulaştırmakla yükümlü olduğundan, kendini kanıtlamak için olsa gerek sorunsuzca ulaştırıyor kızı gitmesi gereken yere. Derken ulaştırıyor da. Ama yetmiyor. Wayne’e götürdüğü kız, yolculuğunu tamamlamamış olacak ki, Wayne bir süre Tom’un kızla beraber saklanmaları gerektiğini söylüyor. Hem de ölü bir adamı dudağından öptükten dakikalar sonra. Burada Wayne’e bir çift lafım var: Sevgili Wayne, 14 Ekim’de bir şey olacak dedin, yazdım ama hiçbir şey olduğu yok- oluyor da ben mi görmüyorum acaba? Sorun nedir dersin? İsyanımı bağışla.

Bu sırada Aimee ve Jill ise Nora’yı takip etmekteler. Bu kızların sevgili olma ihtimalini yazmıştım ya, sevgili olmasalar dahi en yakın zamanda aralarında bir şey gelişebileceğini düşünüyorum. Her nedense bu ikiliden beklediğim çok şey var, çok yol. Nora’yı takip etmek dışında tabii! Neyse ki çantasında silahıyla Nora, bir eve gidip yardım sağlama anketi yapıyor. Jill ve Aimee de dışarıda onu beklerden çocuksuluklarına yenilerek ufak bir şaka sonucu enselenmeden kaçıp gidiyorlar başka bir yere.

Takip bitip Aimee ve Jill(nasıl da birbirine paralel iki isim gibi, durmadan yan yana anılır oldular) karanlıkta sokağın birinde yürürken- Jill annesinin uzaklara gittiğini ve nerede olduğunun bilinmediğini söylüyor, pat diye. Yani annesinin gerçek anlamda kaybolmadığını biliyor, kendinden uzaklaşmadığını ise bilmiyor. Bir annenin öyle elini kolunu sallayarak terk edip gidemeyeceğini bilmiyor. Ama Lauire, ya gerçekten böylesi bir terk edişin altına mühür vurduysa? Yani yakınında olsa da görmüyor, etmiyor, izlemiyorsa kızını ya da nerede olduğu belli olmayan oğlunu?

Kevin, sürekli olarak tımarhane dediğim, gerçek isminiyse şimdi öğrendiğimiz(bknz. Kalan Günahlar Evi) mekâna gidiyor. Bir soruşturmanın peşinden oralara kadar sürüklendiğini düşünsek de, Meg ile tanışmaları içimizi kaynak sularıyla yıkıyor sanki. O an, Meg’in sahiden içtenlikli bakışı ile Kevin’ın “Ne de güzel hatun” bakışı çarpışıyor sanki. İnsanın derelere giresi, kendini yıkayası, yârim ellere yar oldu diyesi geliyor. Korku doluyor içine. Ya da karizma ile güzelliğin bileşimine kayıtsız kalamamak kalıyor elde. Tengrim,ne şiirsel di mi?

İş yerine giden Kevin, arayıp tarayıp bir türlü bulamadığı insanların dosyalarıyla meşgul oluyorken, Belediye Başkanı Hanımefendi’nin(bknz. bundan sonra Hanımefendi olarak geçecektir kendisi) orayı basmasıyla kendine geliyor. Aslında hiç gelmiyor da, ben gelmesini istiyorum. Rüyalarıyla meşhur Kevin’ın vurulan köpeklerden sorumlu olduğunu düşünen Hanımefendi, ona aklını başına toplaması gerektiğini söylemeye uğraşırken –zira Kevin hiç dinlemiyorken anlatmak biraz zor- mutfağa kadar sürükleniyor. Kevin orada ısınması için mikrodalga fırına koyuverdiği çörekleri ise bir anda kaybediyor. Puf! Uçuyor gidiyor sanki. Tam bu anda köpekleri gerçekten Kevin’ın vurmuş olabileceği, kaybolan insanların düğümünü onun tutuyor olabileceği, belki bulunmalarına bir şans yaratabilecek kimselerden biri olabileceği, olabileceği- Kevin’ın olabileceği herkes, her şey, her olasılık eski bir film şeridi gibi akıyor gözler önünden. Ya da ustan. O karizmatik, ultra seksi, yakışıklı olduğu kadar sempatik herifin ne naneler peşinde olduğunu düşünmeye başlıyor insan, ister istemez. Hem de Gizemli Adam’ın olduğunu iddia ettiği kamyonet kendi evinin önünde bulunmuşken, Kevin’ın evinin önü. Kevin neler oluyor bize, sana?

Bu da tam bir üzüntü dalgalanması yaratıyor insanda. Ya da en azından bende.

Başka kimde?

Kevin ve Meg tanıştılar da içimiz feraha erdi, bir de yakınlaşsalar… Ama ya Kevin’ın karısı nerede?

Meg’in nişanlısı, nişanlısının kayıp olduğunu düşünerek polise gitmiş vaktiyle. Kar yağmadan önce. Haftalar önce. Önce işte. Kevin kayıp kişiler arasında Meg’in ismini görür görmez haber uçurduğu nişanlısı ofise geliyor. Geliyor gelmesine ama Meg onun için bitmiş artık. Sanki. Meg’in kırılganlıklarının, zücaciyeye giren filden beter olduğunu düşünüyor olacak ki, ondan artık bıktığını HAYKIRIYOR. Evet, resmen HAYKIRIYOR. Kendi kırılganlıklarıyla yaşayan birinin bir başkasının hayatına dâhil olma mecburiyetinin olmaması nasıl da dilediğim bir şey- Meg bunu başaramamış. Başaramamış ki, vaktiyle kayıp ilanı veren nişanlısı dahi bu kırılganlıklara artık dayanamadığını söylüyor. Kırılganlık kötü bir şey mi sahiden? Ya da sadece Meg’in nişanlısı için? Nedir derdi bu ilişkilerin?

Meg kendini bulmak için gittiği Kalan Günahkârlar Evi’nde de mutlu mesut olamıyor. Bir masala çeviremiyor olan biteni, olacak bitecek olanı. Güzel ve incinmiş bir kadın, daha ne kadar yıpranabilirse hayatın karşısında, Meg bize onu gösterecek sanıyorum. Liv Taylor’ın o müthiş duruşuyla kalbimizi, en azından, genişletecek bir yoluculuk gibi duruyor. Şimdiden.

Laurie de bu yolculuğun merkezinde olmayı isteyecek sanırım. Zira Meg ile konuşuyor- daha doğrusu konuşmuyor da, yazıyor. Kocamla tanıştın, diyor. Meg anlıyor. Anlıyor ki unutmak istemiyor Lauire Garvey. Anlıyor ki kalp durdukça genişlemez. Kendi içinde yolculuğa çıkman gerekir.

Meg’in nişanlısı HAYKIRMAYA başlamadan hemen önce Kevin ile konuşuyor, ne yazık ki HAYKIRAN birinin yüzünün görünmesini kimse istemez, di mi? Hem de karizmatik Kevin varken?

Gizemli Adam’a ilişkin sorular yağ lekesi gibi yayılarak genişliyor bu arada.

Kevin’ın evinin önünde bulunan kamyonetten sonra, adam bir de gece yarısı Kevin’ın evine geliyor elinde biralarla. Tamam, bira iyi, güzel falan ama istemiyor Kevin. Adama ilişkin soru işaretleri gün geçtikçe büyüyor kafasında çünkü. Eksilmiyor, artıyor.

Bu soru işaretleriyle soluğu eski polis şefi babasının(bir süre önce deliren, ne kadar süre?) yanında alıyor. Ama deli baba daha da delirtiyor Kevin’ın düşüncelerini. Gaipten sesler duyuyor ya da biriyle konuşuyor da, ben gaipten ses olduğuna inanıyorum, şimdilik. Birinin gelip gelmediğini sorduklarını söylüyor. Gizemli Adam’dan için, bence. Hatta bu konuyla ilintili olarak tüm bildiklerini kendine saklaması gerektiğini söylüyor. Kevin ise oradan çıktığı gibi mikrodalga fırının karşısına dikiliyor. Kaybolan çöreklerini arıyor, buluyor. Artık delirmediğini düşünüp Gizemli Adam’a güvenebilir mi?


Kevin’ın bütün delirmeleri delirten babası

Meg baltayı alıyor eline. Tekrar. Hem de sabahın köründe.

Gidiyor ağacın yanına.

Dert ağacı. İçini açtığı sonsuz öz.

Kalbinin dengesini tutturmak için Laurie’nin öğrettiği yönteme geçiriyor tırnaklarını.

Meg balta vuruyor.

Ağacın kabuğu soyuluyor.

Meg balta vuruyor.

Bölüm bitiyor.


Ağaç, çoğu zaman yalnızca ağaç değildir. Değildir yani.

Şimdi aklıma takılan soruları size sorabilir miyim hocam?

Mesela Kevin ve Meg arasında bir şeyler olmayacak mı yakında?

Ya da nereye bu yolculukların tümü? Bir yere varacak sonunda di mi?

Bu da toplumsal hizmet: Geçen bölümde Kevin’ın rüyadan uyanmak için düştüydü, işte o düşüş sonrası ilk şaşkınlık.
 
 
YORUMLAR




BUNLAR DA VAR