Hangimiz koltuğun üzerinde haberlere şöyle kitlenmedik?
Buraya geri döneceğiz ama önce sezon sonu sebebiyle kısa bir toparlama, yaklaşık bir sene daha uzak kalacağımız ve sonra tamamen bitecek olan Mad Men’e bir güzelleme.
Mad Men’i neden seviyoruz? Don’ın çöküşünü görmek istediğimizden mi? Acı çektirdiği tüm kadınların bedduaları gerçekleşince bir oh çekeceğimizden mi? Adam sonunda sirozdan mı yoksa kanserden mi ölecek diye iddiaya girdiğimizden mi? Eninde sonunda uslanacağını, büyüyeceğini, çocukluğuyla yüzleşeceğini görmek için mi? Yoksa yanında dünya güzeli karnı burnunda karısı varken, çocukları yanıbaşında güle oynaya koştururken, işler yolundayken ve kendisi reklam dünyasında bir dahi muamelesi görürken başka bir dünya özlemine neden ihtiyaç duyduğuna olan merakımızdan mı? Dönüşü olmayan uçak bileti alıp birlikte New York’tan kaçmayı düşündürecek kadar güzelliğiyle mest eden gururlu bir kadına (Rachel Menken: Mad Men kadınlarının Joan’dan sonraki en karizmatiği) “Sen benle gitmek istemiyorsun, sen gitmek istiyorsun,” dedirten Don... Bir ilkokul öğretmeniyle daha sade bir hayat, çocukların psikolojisinden anlayacak, ona da pek zorluk çıkarmayacak bir kadınla daha kolay bir hayat, eninde sonunda artist olmak isteyen bohem Fransız’la daha özgür bir hayat? Hangisi? Hiçbiri. Her seferinde Don’ın kendini yeni bir kadında temize çekmesini beklemekten yorulup "çöz baba şu sorunlarını, ya öldür ya affet, ama bitsin bu çile," dedik.
Hamburger ve milkshake. Can you be more American?
Sadece Don mı? Final bölümü itibariyle reklam dünyasında rüştünü ispat etmiş Peggy'ye sırf kadın olduğu için hala dudağının kenarında pis bir alayla sırıtan, yalanlarından ve ikiyüzlülüklerinden midemizin bulandığı Pete’in, bir akıl hastanesinde aşık olduğu kadının yanında bu kadar çaresiz kalacağını hayal edebilir miydik? Pete demek her zaman güçlünün yanında olan demek. Müthiş bir aile mirasının yanında buralar eskiden bağlıktı diyecek kadar New York’a kökünden bağlı olmak demek. Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı demek, müşteriyi kapmak için sevmediği insanları sonuna kadar oyunun içinde tutmak demek. Pete demek ondan yaralarını sakınmak, onla sırrını paylaşmamak, gösterilen her zaafın ilerde aleyhine delil olarak kullanılma olasılığı demek. Böyle bir insanı nasıl seversiniz? Belki aşık olduğu kadın hasta yatağında onun ismini bile hatırlamayınca, “Hayatımdaki hiçbir şey doğru değil, hepsi geçici bir yara bandı,” dediğinde. Kendiyle anlık yüzleşmelerinde, erkeklik gururuna her zaman yenilen küçük bir oğlan çocuğu gibi şarap şişesini pastanın ortasına sapladığında. Müşterilerin gönlünü hoş tutmak için müthiş fiyakalı lafları, politik oyunları, stratejik manevraları iyi bilen ama bir türlü Don’ın yıldız statüsüne ulaşamayan hırçın çocuk. Belki Pete’i de --Peggy’ye ettiklerini hiç aklımızdan çıkarmadan-- her türlü çiğ davranışına rağmen bu huysuzluklarına güldürdüğü için Mad Men’i seviyoruz.
Buraya geri döneceğiz ama önce sezon sonu sebebiyle kısa bir toparlama, yaklaşık bir sene daha uzak kalacağımız ve sonra tamamen bitecek olan Mad Men’e bir güzelleme.
Mad Men’i neden seviyoruz? Don’ın çöküşünü görmek istediğimizden mi? Acı çektirdiği tüm kadınların bedduaları gerçekleşince bir oh çekeceğimizden mi? Adam sonunda sirozdan mı yoksa kanserden mi ölecek diye iddiaya girdiğimizden mi? Eninde sonunda uslanacağını, büyüyeceğini, çocukluğuyla yüzleşeceğini görmek için mi? Yoksa yanında dünya güzeli karnı burnunda karısı varken, çocukları yanıbaşında güle oynaya koştururken, işler yolundayken ve kendisi reklam dünyasında bir dahi muamelesi görürken başka bir dünya özlemine neden ihtiyaç duyduğuna olan merakımızdan mı? Dönüşü olmayan uçak bileti alıp birlikte New York’tan kaçmayı düşündürecek kadar güzelliğiyle mest eden gururlu bir kadına (Rachel Menken: Mad Men kadınlarının Joan’dan sonraki en karizmatiği) “Sen benle gitmek istemiyorsun, sen gitmek istiyorsun,” dedirten Don... Bir ilkokul öğretmeniyle daha sade bir hayat, çocukların psikolojisinden anlayacak, ona da pek zorluk çıkarmayacak bir kadınla daha kolay bir hayat, eninde sonunda artist olmak isteyen bohem Fransız’la daha özgür bir hayat? Hangisi? Hiçbiri. Her seferinde Don’ın kendini yeni bir kadında temize çekmesini beklemekten yorulup "çöz baba şu sorunlarını, ya öldür ya affet, ama bitsin bu çile," dedik.
Hamburger ve milkshake. Can you be more American?
Sadece Don mı? Final bölümü itibariyle reklam dünyasında rüştünü ispat etmiş Peggy'ye sırf kadın olduğu için hala dudağının kenarında pis bir alayla sırıtan, yalanlarından ve ikiyüzlülüklerinden midemizin bulandığı Pete’in, bir akıl hastanesinde aşık olduğu kadının yanında bu kadar çaresiz kalacağını hayal edebilir miydik? Pete demek her zaman güçlünün yanında olan demek. Müthiş bir aile mirasının yanında buralar eskiden bağlıktı diyecek kadar New York’a kökünden bağlı olmak demek. Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı demek, müşteriyi kapmak için sevmediği insanları sonuna kadar oyunun içinde tutmak demek. Pete demek ondan yaralarını sakınmak, onla sırrını paylaşmamak, gösterilen her zaafın ilerde aleyhine delil olarak kullanılma olasılığı demek. Böyle bir insanı nasıl seversiniz? Belki aşık olduğu kadın hasta yatağında onun ismini bile hatırlamayınca, “Hayatımdaki hiçbir şey doğru değil, hepsi geçici bir yara bandı,” dediğinde. Kendiyle anlık yüzleşmelerinde, erkeklik gururuna her zaman yenilen küçük bir oğlan çocuğu gibi şarap şişesini pastanın ortasına sapladığında. Müşterilerin gönlünü hoş tutmak için müthiş fiyakalı lafları, politik oyunları, stratejik manevraları iyi bilen ama bir türlü Don’ın yıldız statüsüne ulaşamayan hırçın çocuk. Belki Pete’i de --Peggy’ye ettiklerini hiç aklımızdan çıkarmadan-- her türlü çiğ davranışına rağmen bu huysuzluklarına güldürdüğü için Mad Men’i seviyoruz.
Gidenlerin ardından bakakalmak hep bana.
Bölümün yıldızına, dizininse gizli yıldızına Peggy’ye gelelim. Bundan önce Peggy-Don ilişkisinin gel-gitlerinden ve ikisinin uyumlu çalışma arkadaşları olduğundan bahsetmiştik. Bu ilişki boyunca Don eşeklik yapmasaydı belki yan yollara sapmadan yürüyecekti bu ilişki ama mesele değil, çünkü dostluklarının temeli sağlam. Don yardım etti ve Peggy kariyerinin Carousel sunumunu yaptı dersek onun zekasına, ofisteki sabahlamalarına, içtiği sigara, viski ve hatta çektiği otlara, velhasıl emeklerine en büyük haksızlığı biz yapmış oluruz. O yüzden öyle değil, zaten fırında hazır olan yemeğin masaya servisini Don yaptı diyelim. Haftalardır uğraştıkları Burger Chef reklam sunumunu, 1969‘un en önemli olaylarından biri, belki bir Amerikalı için en önemlisi, Ay’a seyahatle harmanlayıp ikisi de insanın tüylerini diken diken ettiler.
Sunumdan önce bırakın “ne kadar uyumlu bir aileyiz” pozlarından yıkılan Francise Residence’ı, dibine kadar parçalanmış Roger ve ailesi bile televizyonun başında Neil Armstrong’un Ay’a ayak basışını izledi. Hepsi kucak kucağa, yan yana, halıya yatmış, koltuğa uzanmış, kimi ergen memnuniyetsizlikleriyle, kimi hayatının ilk öpücüğüyle tanışırken, bazen Bert gibi kimsesi yoksa hizmetçisiyle birlikte, ama mutlak büyülenmiş bir şekilde ve en önemlisi tarihe tanıklık etmenin heyecanı ve gururuyla izledi. Ve bizim kuşak için buna en yakın an sanırım 11 Eylül’dü, ne felaket. Ve de Gezi, ne güzel.
Bu olayların içeriğinden çok, insanlar arasında yarattığı etkiyle benzerlik kurduğumu söylememe gerek yok. Ve 1969’da da 2001’de de, 2013’te de bizi televizyona ve internete kitleyen olaylar, ağzımızı açık bırakan suikastler, gözlerimiz yaş içinde dinlediğimiz bültenler, haberlerde sürekli dönen Vietnam ve Irak, artık altyazılardan alışageldiğimiz ölü sayıları vardı. Peki Peggy’nin sunumunda süreki tekrarladığı kilit kavram; insanların birbirleriyle olan temasına yönelik olan açlığımız tam olarak ne anlama geliyor? Astronotlar Dünya’ya geri dönecek mi diye ortak endişemiz mi bizi biz yapan, yoksa Ay’ın yüzeyi ya pudra gibi değil de bir bataklıksa ne yaparlar diye üzülmemiz mi? Aynı anda tüm dünyanın 11 Eylül’de bundan sonra ne olacak diye kaygılanması mı, ya da bir ülkenin ağaçları kestiler mi diye gecelerce gözüne uyku girmemesi mi? Toplumsallığımızı, bu tip tarihi dönemeçlerde bir anda hatırlayıp, olayın etkisi geçtikçe yavaş yavaş unutuyoruz.
Bölümün yıldızına, dizininse gizli yıldızına Peggy’ye gelelim. Bundan önce Peggy-Don ilişkisinin gel-gitlerinden ve ikisinin uyumlu çalışma arkadaşları olduğundan bahsetmiştik. Bu ilişki boyunca Don eşeklik yapmasaydı belki yan yollara sapmadan yürüyecekti bu ilişki ama mesele değil, çünkü dostluklarının temeli sağlam. Don yardım etti ve Peggy kariyerinin Carousel sunumunu yaptı dersek onun zekasına, ofisteki sabahlamalarına, içtiği sigara, viski ve hatta çektiği otlara, velhasıl emeklerine en büyük haksızlığı biz yapmış oluruz. O yüzden öyle değil, zaten fırında hazır olan yemeğin masaya servisini Don yaptı diyelim. Haftalardır uğraştıkları Burger Chef reklam sunumunu, 1969‘un en önemli olaylarından biri, belki bir Amerikalı için en önemlisi, Ay’a seyahatle harmanlayıp ikisi de insanın tüylerini diken diken ettiler.
Sunumdan önce bırakın “ne kadar uyumlu bir aileyiz” pozlarından yıkılan Francise Residence’ı, dibine kadar parçalanmış Roger ve ailesi bile televizyonun başında Neil Armstrong’un Ay’a ayak basışını izledi. Hepsi kucak kucağa, yan yana, halıya yatmış, koltuğa uzanmış, kimi ergen memnuniyetsizlikleriyle, kimi hayatının ilk öpücüğüyle tanışırken, bazen Bert gibi kimsesi yoksa hizmetçisiyle birlikte, ama mutlak büyülenmiş bir şekilde ve en önemlisi tarihe tanıklık etmenin heyecanı ve gururuyla izledi. Ve bizim kuşak için buna en yakın an sanırım 11 Eylül’dü, ne felaket. Ve de Gezi, ne güzel.
Bu olayların içeriğinden çok, insanlar arasında yarattığı etkiyle benzerlik kurduğumu söylememe gerek yok. Ve 1969’da da 2001’de de, 2013’te de bizi televizyona ve internete kitleyen olaylar, ağzımızı açık bırakan suikastler, gözlerimiz yaş içinde dinlediğimiz bültenler, haberlerde sürekli dönen Vietnam ve Irak, artık altyazılardan alışageldiğimiz ölü sayıları vardı. Peki Peggy’nin sunumunda süreki tekrarladığı kilit kavram; insanların birbirleriyle olan temasına yönelik olan açlığımız tam olarak ne anlama geliyor? Astronotlar Dünya’ya geri dönecek mi diye ortak endişemiz mi bizi biz yapan, yoksa Ay’ın yüzeyi ya pudra gibi değil de bir bataklıksa ne yaparlar diye üzülmemiz mi? Aynı anda tüm dünyanın 11 Eylül’de bundan sonra ne olacak diye kaygılanması mı, ya da bir ülkenin ağaçları kestiler mi diye gecelerce gözüne uyku girmemesi mi? Toplumsallığımızı, bu tip tarihi dönemeçlerde bir anda hatırlayıp, olayın etkisi geçtikçe yavaş yavaş unutuyoruz.
Don’la Pete bir gün Burger Chef’ta kalsın, bakalım orası ev oluyor mu Peggy Hanım.
Kapitalist sistemin göbeğindeki bir Burger Chef reklamında ve onun bize alternatif olarak getirdiği berbat restoranlarında edeceğimiz iki çift lafta elbette gönlümüz yok. Ve Mad Men bugün Türkiye’de çekiliyor olsaydı kuşkusuz Burger Chef’in yerini MuhteşemViyanaKonaklarıAVM’si alırdı, üstelik bir kamusallık yaratıyor iddiasıyla. Yine Peggy’nin iddia ettiği gibi evde kaos, diner’da ise özlediğimiz temasa yer bırakacak bir alan hayali ise elbette bir yalandan ibaret.
Alın size ev gibi ev. Burger Chef de neymiş. Monica da yemekleri yapar. Oh!
Bert’ün bize çoraplı ayaklarından sonra verdiği en güzel hediye “The best things in life are free” nihayetinde. Metroda bir yabancıyla paylaştığınız günün gazetesi ve ona eşlik eden gelecek endişesi ya da bir parkta tanımadıklarınıza içtiğiniz çayın bir bedeli var mıdır? Mad Men’i en çok da bu yüzden seviyoruz; takım elbiseli, sürekli viski içen adamların ahkam kestiği için değil (diziyi izlemeyenlerin çoğunun önyargısı), 60‘lardan 2000‘lere insanın içini titretecek bu tip benzerlikler kurdurabildiği için.
Her temas iz bırakır.
Son söz; Bert, my boy, 20 Temmuz 1969’u görebildiğin ve bu güne olağanüstü servetini ömründe hayal bile edemeyecek hizmetçinle tanık olduğunuz için ne kadar mutlu olduğumu bilemezsin. Adios!
*Emrah Serbes’in kitabı
Kapitalist sistemin göbeğindeki bir Burger Chef reklamında ve onun bize alternatif olarak getirdiği berbat restoranlarında edeceğimiz iki çift lafta elbette gönlümüz yok. Ve Mad Men bugün Türkiye’de çekiliyor olsaydı kuşkusuz Burger Chef’in yerini MuhteşemViyanaKonaklarıAVM’si alırdı, üstelik bir kamusallık yaratıyor iddiasıyla. Yine Peggy’nin iddia ettiği gibi evde kaos, diner’da ise özlediğimiz temasa yer bırakacak bir alan hayali ise elbette bir yalandan ibaret.
Alın size ev gibi ev. Burger Chef de neymiş. Monica da yemekleri yapar. Oh!
Bert’ün bize çoraplı ayaklarından sonra verdiği en güzel hediye “The best things in life are free” nihayetinde. Metroda bir yabancıyla paylaştığınız günün gazetesi ve ona eşlik eden gelecek endişesi ya da bir parkta tanımadıklarınıza içtiğiniz çayın bir bedeli var mıdır? Mad Men’i en çok da bu yüzden seviyoruz; takım elbiseli, sürekli viski içen adamların ahkam kestiği için değil (diziyi izlemeyenlerin çoğunun önyargısı), 60‘lardan 2000‘lere insanın içini titretecek bu tip benzerlikler kurdurabildiği için.
Her temas iz bırakır.
Son söz; Bert, my boy, 20 Temmuz 1969’u görebildiğin ve bu güne olağanüstü servetini ömründe hayal bile edemeyecek hizmetçinle tanık olduğunuz için ne kadar mutlu olduğumu bilemezsin. Adios!
*Emrah Serbes’in kitabı