Don son bölümde ömründe kabul etmeyeceği şartlara olur demişti. Biz de Don’ın kafasında kim bilir ne tilkiler dönüyordur, bu yetenek fakirlerini dize getirmek için ne planlar yapmıştır diye sevinirken hüsrana uğradık. Adamın hiçbir planı yokmuş meğer! Üstüne üstlük sözünde durma gibi bir niyeti de yokmuş. Başa saralım ve Peggy-Don ilişkisinde işlerin bu hale nasıl geldiğini, pamuklu hırkasını çıkarıp ceket giymeye karar veren Lou’nun parmağının nerelere kadar uzandığını bulalım.
Peggy’ye Don’ın yol arkadaşı desek eksik kalır. İkisinin arkadaşlığı ilk sezonlarda Peggy’nin beklenmedik hamileliği üzerine Don’ın “Bu olay o kadar yaşanmadı ki inanamazsın,” deyişiyle mühürlenmişti. Aralarındaki bu sır gerçekten de hiçbir şekilde açığa çıkmadı. Olsa olsa Don’ın Pete’e gıcık olma katsayısı arttı. Peggy gittikçe işinde pişti, fakat 1960‘ların kadın hareketlerinin getirdiği eşitlik algısı Manhattan’ın ortasındaki bu ofise uğramadı. Peggy, ya diğer erkek meslektaşları tarafından inceden alay edilen kadın oldu, ya da kadın dayanışması içinde yer alacağım derken eline yüzüne bulaştırdı her şeyi (Joan’ın ağzının payını verdiği bölüm).
Hem sever, hem döver.
Bu sırada Don’ın yanında epey deneyim kazandı, her zaman onun yaratıcılığına güvendi, ona hayran kaldı. Bu hayranlığı hala geçmiş değil; Timezones’daki saat hikayesini Freddy Rumsen’ın ağzından dinlediğindeki büyülenişine bakın. O da Don gibi geçmişe bağlı, oradan kopamıyor. Geçmişe bağlanan her tel, kalbindeki bir yaraya dokunuyor. (Don’ın nostaljinin geçmişteki yara anlamına geldiğini söylediği carousel sunumunu hatırlayın). Onun kadar hırslı ama gelecek onun için karanlık değil; belki bir LA güneşi değil ama hırslarını başarıya dönüştürebileceği parlak bir yer. Ve maalesef ikisi de yalnız. Birisi hayatına giren kadınların hayatını kasırga gelmişcesine mahvedecek kadar, diğeri evini paylaştığı adamın (Abe) karnına mızrak saplayacak kadar (mızrak yahu, süpürge falan değil). Peggy’nin yalnızlığını anlamak için kedili sahnelerine ihtiyacımız yok anlayacağınız.
Gitme diyeydim, açaydım kollarımı.
Her ikisinin de aşka inanma anları var bir de, önemli farklılıklarla birlikte. Don’ın beyaz sayfalara inanmazken bile inanırmış gibi yaptığı ve gerçekten de bir an için inandığı zamanlar bunlar. Megan’la ilk LA seyahati mesela, ona evlilik teklif ettiği sahne... Kim derdi LA onlar için bir karabasana dönecek ve ilişkilerinin sonunu getirecek. Peggy ise ne Abe’de ne de annesinin ayarladığı “oğlanlarda” bir şey bulmuştu. Belki Don gibi birisini arıyordu ama ondan daha iyi bir insan istediği kesindi. Ne zaman ki Ted, Allah’ın cezası Ted, karşısına çıktı, Peggy işte o zaman aradığını buldu--ğunu sandı. Ve ne zaman ki Ted yan çizdi, “Karım da, çocuklarım da, ben taşınayım en iyisi, bu burada bitsin,” dedi Peggy’nin karanlık tarafa geçtiğini o zaman gördük. Stan’le ilişkisi ise benzersiz bir dere yatağında gidiyor ve burada iki satıra sığmayacak kadar derin.
İşte böyle ortak geçmiş, benzer acılar, sonsuza kadar kapağı açılmayacak sırlar, aynı başarı hırsı ve güzellikleri elde etme cesareti bir ilişkide buluşunca, hasarlar da kaçınılmaz oluyor. Peggy, Don’ın başdöndürücü ruh hallerinden ve başarılarının takdir edilmemesinden bıkıp arkasını dönüp gitmişken en azından “Nereye gidiyorsun?” sorusunu duymayı beklemişti. Ne yazık ki, Don’ın tek söylediği, paranın tüm teşekkür ve minnet duygularının yerine geçtiğiydi. Bu konuşmadan sonra Peggy-Don ilişkisinde dengeler yerinden oynadı. Peggy küçük bir Don’a dönüşmeye, (Altıncı sezon son bölüm: Peggy’nin viskisini alıp koltuğunda dönmesiyle oluşan görüntü Don’ın silüetinin aynısıydı) Don ise gittikçe küçülmeye başladı. Ve işte geldiğimiz nokta; Peggy’den emir alan, Burger Chef reklamı için öğlene kadar 25 tane slogan yazması gereken bir Don. Hayal edebiliyor musunuz? İnanın yazması da izlemesi kadar acı verici. Peggy işinde başarılı olduğu için değil elbet bu üzüntü. Bu değerli arkadaşlık geçmişini hiçe sayan ajans yöneticilerinin iktidar savaşı uğruna Peggy’i öne sürmeleri, bu savaş sonunda da kalan sağlar bizimdir düsturuyla hareket edecek olmaları. Tıpkı Bert’ün yaptığı gibi. Bert’ün “Sen olmayınca ölmüyormuşuz,” konuşması Don’a indirilen en sert darbelerden biriydi. Roger dışındaki diğer ortakların da Bert’ten farksız olduğunu söylememize gerek yok.
Yazın gelişinin habercisi PE-DON.
Bunun yanında; ofiste intihar etmeyi seçen Lane’in odasında artık Don’ın çalışmaya başlamasıyla, ondan kalma Mets bayrağının sürekli Lane’in ölümünü hatırlattığı ve dolayısıyla Don’ın nasıl olacağını henüz bilmediğimiz trajik sonunu öncelediği bir evren içindeydik iş yerinde. Radyatörün altına kaçan sigarası da başkalarına Don’ı hatırlatacaktı, tıpkı Mets’in ona Lane’i hatırlattığı gibi. Viski şişesini içmediği adeta şişenin kendisi olduğu durumda bile gözünü açtığında ilk gördüğü Mets bayrağıydı. İçindeki uçuruma böylesine düşmüş ve ona boş gözlerle bakan Don’ın odasında ölümden başka bir şey yoktu anlayacağınız. Briyantinden yağlanmış saçları, burnundan akan ter, dışarı fırlamış gömleği “Jilet Don”dan fersah fersah uzaktı. Bazı yorumlar, ilk sahnelerdeki telefon ahizesinin boşlukta sallanmasının da yine ölüm, intihar gibi temaların sembolü olduğunu söylüyor. Diyeceğim o ki, öyle çok mezara benziyordu ki o oda, gökten çıplak Roger düşse yine de o modu değiştiremezdi.
“Yıldızlar mı, gençliğim mi...?”
Odanın dışındaki atmosferse bizim çoktan aşina olduğumuz fakat “reklamın altın çağı, piyasanın dahi çocukları”naoldukça uzaktı. Farklı bir gelecek inşa ediliyordu yaratıcı ekibin yanıbaşında. Kimi bu uzay üssüne benzeyen şeye mesafeyle yaklaşıyor, kimi haddinden fazla önemsiyordu. 1969 aynı zamanda Ay’a Seyahat demek. Gelecek, insan beyninin sayamayacağı kadar çok yıldızı saymakla görevli makinalara emanet ediliyordu yavaş yavaş. Bir araba değil, daktilo değil, fotoğraf makinası ya da televizyon da değil. Bilgisayar, Tanrı gibi bir şeydi. Ve Don gibi bir adam elbette böyle bir şeye kuşkuyla yaklaşacaktı, çocukluğundan kalma özlem duygusuyla: “Sırtını yaslayıp yıldızları sayan biri neden sayı düşünsün ki?” Ve buna rağmen, Peggy’nin Burger Chef reklamıyla uğraşmayı bırakıp kendi farkını ortaya koymak için bu hiç sevmediği bilgisayar denen şeye dört elle sarılması yine de Don’ın bir şeyleri değiştirmek için uğraştığının bir kanıtıydı.
Babanın dediğini yap, yaptığını yapma çocuum.
Bunun yanında; ofiste intihar etmeyi seçen Lane’in odasında artık Don’ın çalışmaya başlamasıyla, ondan kalma Mets bayrağının sürekli Lane’in ölümünü hatırlattığı ve dolayısıyla Don’ın nasıl olacağını henüz bilmediğimiz trajik sonunu öncelediği bir evren içindeydik iş yerinde. Radyatörün altına kaçan sigarası da başkalarına Don’ı hatırlatacaktı, tıpkı Mets’in ona Lane’i hatırlattığı gibi. Viski şişesini içmediği adeta şişenin kendisi olduğu durumda bile gözünü açtığında ilk gördüğü Mets bayrağıydı. İçindeki uçuruma böylesine düşmüş ve ona boş gözlerle bakan Don’ın odasında ölümden başka bir şey yoktu anlayacağınız. Briyantinden yağlanmış saçları, burnundan akan ter, dışarı fırlamış gömleği “Jilet Don”dan fersah fersah uzaktı. Bazı yorumlar, ilk sahnelerdeki telefon ahizesinin boşlukta sallanmasının da yine ölüm, intihar gibi temaların sembolü olduğunu söylüyor. Diyeceğim o ki, öyle çok mezara benziyordu ki o oda, gökten çıplak Roger düşse yine de o modu değiştiremezdi.
“Yıldızlar mı, gençliğim mi...?”
Odanın dışındaki atmosferse bizim çoktan aşina olduğumuz fakat “reklamın altın çağı, piyasanın dahi çocukları”naoldukça uzaktı. Farklı bir gelecek inşa ediliyordu yaratıcı ekibin yanıbaşında. Kimi bu uzay üssüne benzeyen şeye mesafeyle yaklaşıyor, kimi haddinden fazla önemsiyordu. 1969 aynı zamanda Ay’a Seyahat demek. Gelecek, insan beyninin sayamayacağı kadar çok yıldızı saymakla görevli makinalara emanet ediliyordu yavaş yavaş. Bir araba değil, daktilo değil, fotoğraf makinası ya da televizyon da değil. Bilgisayar, Tanrı gibi bir şeydi. Ve Don gibi bir adam elbette böyle bir şeye kuşkuyla yaklaşacaktı, çocukluğundan kalma özlem duygusuyla: “Sırtını yaslayıp yıldızları sayan biri neden sayı düşünsün ki?” Ve buna rağmen, Peggy’nin Burger Chef reklamıyla uğraşmayı bırakıp kendi farkını ortaya koymak için bu hiç sevmediği bilgisayar denen şeye dört elle sarılması yine de Don’ın bir şeyleri değiştirmek için uğraştığının bir kanıtıydı.
Babanın dediğini yap, yaptığını yapma çocuum.
Öte yandan Roger, kızı Margeret’ı kendini fazlasıyla kaptırdığı hippi hayatından kurtarmak için karısıyla beraber kendisinin ve karısının kürkünün bir daha görmeyeceği bir yere gelir. Mona başından kestirip atar, ne hali varsa görsün taktiği izler, Roger anlamaya çalışır. Bir geceyi kızıyla birlikte bu izbe yerde geçirir. Samanların üzerinde yatar, yıldızları birlikte izlerler. Sabah uyandığında her ikisi için de rüya bitmiş, baba-kızın yıldızların altında uyuduğu gece sona ermiştir. Ve sonunda Roger da kızının düşündüğü gibi öyle açık fikirli falan olmadığını söylemiştir. O da tıpkı Don gibi başka bir zamanın insanıdır artık.
Türkan Şoray’dan Bulut Aras’a: “Yalağğn, yalağğn, yalağğn.”
Pete, Roger’ın savaştan kalma Japon nefretini dindirmek için zamanında “Bunlar aynı insanlar değil,” demiş, Roger’dan “Nasıl olabilir, ben aynı insanım,” cevabını almıştı. Ne kadar uyum sağlamaya çalışsalar da Don da Roger da aynı insan. Savaşın yokluğunu, 1950‘lerin zenginliğini görmüş dahi çocuklar. Ne Megan’ın Beatles’ına, ne Sally’nin Rolling Stones’una yetişebilirler. Don’ın karamsarlığına yakışır bir sonla, başlığa da taşıdığım, Zweig’in kitabında yer verdiği Shakespeare dizesiyle bitirelim:
The sun of rome is set/our day is gone
Clouds, dews, and dangers come!/ Our deeds are done
*Stefan Zweig’ın World of Yesterday kitabından esinlenerek...