Emir için de, Yiğit için de birçok şeyin değiştiği ve ikisinin de birçok şeyi yeni yeni görmeye başladığı bir Şeref Meselesi bölümünü ardımızda bıraktık. Geçtiğimiz haftayı psikopat Sadullah’ın Elif bebeği buz gibi havada, ormanın içine bırakıp gittiği anda bırakmıştık. Neyse ki Sadullah, “o kadar da” vicdansız çıkmadı da Elif’i orada bırakmadı. Ama bu sefer de başka bir plan vardı, Elif’i bambaşka bir ülkeye ve hayata gönderecekti. Neyse ki amacına ulaşamadan yakalandı da, Elif de evine ve ailesine kavuştu. Tabii bunların hiçbiri üç cümleyle yazıldığı kadar kolay yaşanmadı. Ardında büyük kararlar, büyük hayal kırıklıkları ve büyük teklifler getirdi.
Neden herkes Elif’in kaçırılmasının sorumlusu olarak Yiğit’i gördü? “Yiğit, Kübra’yı kandırmasa o bebek de olmayacaktı,” nasıl bir bakış açısıdır ya? Eee, o zaman Yiğit hiç dünyaya gelmeseydi. Böyle her şeyden onu sorumlu tutmaya devam edeceklerse direk bu cümleyi kurup aradan sıyrılsınlar bari, işleri kolaylaşır. Yiğit’in gün geçtikçe bu karanlık dünyaya yanaşmasına hiç şaşırmıyorum o yüzden. Bu kadar itilip kakılma, bu kadar acı ve bu kadar sevgisizlik içinde kendisini güçlü hissedeceği bir noktada olmak istemesi çok ama çok doğal. Gül bile daha çok değer veriyor Yiğit’e, daha çok yardımcı oluyor. Adama sırtını dönüp giden gidene… Bir de Sadullah ile yaşadığı iki büyük travma var. İlki Sadullah’ın “Sen babanın esas katillerinin kapısında köpek oldun, bu utanç sana ömür boyu yeter,” cümlesi… Yiğit’in kafasında günler boyu dönüp durdu bu cümle ve en sonunda kendisini Nihat’a silah doğrulturken buldu. Bundan sonra Nihat ne yapar, Yiğit’e karşı nasıl bir tutum izler bilinmez ama ikisinin arasındaki ilişkinin bambaşka bir boyuta gideceği aşikâr. İkincisi ise Sadullah’ın gözlerinin önünde ölümü… O an Yiğit’in gözünün önünden tüm kayıp ve acıları geçti. Babasının ölümünü tekrar yaşadı Sadullah’ın ölümüyle. Yiğit için her şey kökten değişti o an ile… Adım attığı dünyayı daha net gördü, hissetti ve kararını buna göre verdi. Yiğit, tüm bilinci ile o dünyada artık… Ve Kerem Bürsin bu sahnede, muazzamdı! Gözlerindeki dehşeti iliklerime kadar hissettim. Çok güzel yazılmış ve çekilmiş bir sahneydi, Yiğit’in rüya sahnesinden sonraki favorim.
Bir laf vardır, “İnsan kınadığını yaşamadan ölmezmiş,” diye… Emir’e o kadar uyuyor ki. Yiğit’e anlattığı onca adalet hikâyesinden sonra Elif’in yerini öğrenmek için Sadullah’a silah doğrulturken buldu kendisini. Neden “kendi yöntemlerin” ile halledemedin Emir, neden “Yiğit’in yöntemleri”ni kullanmak zorunda kaldın? Neden Sadullah’ı sorguya sokup polislerden öğrenmedin Elif’in nerede olduğunu? Senin ideallerin ve kuralların bunlar değil mi? Hayatın keskin hatları olmadığını Emir de öğrenecekti bir gün, öğrenmiş oldu.
Sibel ve Yiğit’i Derya da öğrendi, ilk başta delendi ama sonradan Kübra’nın bunu zaten bildiğini öğrenince mantık çarkları işlemeye başladı tabii ki… Ve Kübra hakkında düşündüğüm her şeyi Derya çat çat söyledi. Ben de direk onun sözleri üzerinden gitmek istiyorum.
“Her boku göze alarak yaşadın. Bu adamın ne mal olduğunu bile bile yaşadın ne yaşadıysan. Şimdi bana kader kurbanı gibi davranma!”
Evet, Kübra ne yaşadıysa kendi iradesiyle yaşadı. Çevresinde onu uyaran tonla insan vardı, “Yapma,” diyen ve onu sürekli Yiğit’ten uzaklaştırmaya çalışan insanlar vardı. En başta da Derya… Ama Kübra, içten içe Derya’nın kendisini kıskandığı için böyle davrandığını düşündü. Her zaman böyle yaklaştı ona. Babasının tacizinden kaçıp Yiğit’lerin evine sığındığında dahi iğneleyici laflarını eksik etmedi üzerinden. Kübra ne yaşadıysa hepsini kendisi inşa etti. Kader kurbanı değil, kendi arzu ve tutkularının kurbanı Kübra…
“-Derya beni sevdiğini sandım.
-O da sen bebeği aldırdın sandı Kübra! İkiniz de birbirinizi kandırdınız işte… Ortada alacak verecek yok tamam mı?”
Kübra, Yiğit’in kendisini sevdiğini sanmadı. Kendisini buna inandırmak istedi. Sandı ki o Yiğit’i severse Yiğit de onu sever ve yanında olur. Ama bu işler matematik denklemi değil ki bir formül yazasın da tıkır tıkır işlesin. Kübra, karnındaki bebeği bu işin formülü sandı ama değildi işte… İnsanların duygularını ve düşüncelerini bu şekilde yönlendiremezsin. Kübra kabullenmiş görünse de hala Yiğit’i kendisine doğru yönlendirmeye çalışıyor aslında… Yapma, etme…
“Ya bu Yiğit’ten sana ekmek yok, anlasana! Sen bu bebeğe analık edecek misin? Onu düşün. Senin böyle romantik dertlere ayıracak zamanın yok!”
Kübra hala Yiğit’in Sibel yüzünden kendisinden uzak durduğuna inanıyor. Öyle değil o işler işte, hiç değil hem de… Yiğit’e istemediği bir şeyi kimsenin yaptıramayacağını anlayamadı hala Kübra. Ne Sibel, ne de bir başkası. Üstelik Sibel’in bebek ve kendisi yüzünden Yiğit’ten uzak durduğunu bilince daha da itici bir hal alıyor bu durum. Aralarında ne yaşanmış olursa olsun, Sibel ve Yiğit’i nasıl görmüş olursa olsun insan evladı kaçırıldığında aşk kıskançlığı yapar mı? Yapmaz, yapmamalı. Ama Kübra, Sibel kendisine ne adım atarsa atsın o kıskançlığı yansıtmayı ihmal etmedi. Nasıl gelebildi aklına ben hayret ettim doğrusu…
“Emir’in iki dudağının arasında o evdeki yaşantın, farkında mısın? Yarın koluna bir kız takıp getirince ne olacak? Elin kadını seni kabul edecek mi o evde? Sen kendine bakacaksın artık!”
Kübra hikâyenin en bahtsızı gibi duruyor ama çok şanslı bir kadın aslında… Ne zaman düşse elinden tutan birileri, birisi var. Şimdi de hem kendisine hem kızına bir yuva vaat eden bir adam var. Derya’nın şu cümlelerinden sonra Emir’den gelen evlenme teklifi öyle manidar oldu ki… Emir de her şeyden kendisini sorumlu hissetmekten vazgeçse harika olacak. Tamam, çok seviyor Elif’i ama tüm hayatını ipotek edecek kadar mı? Hiç mi âşık olmayacak Emir ya, hiç mi sevmeyecek? Kübra’ya âşık olmadığı kesin. Sibel’le bıraktık mı biz o mevzuuyu? Tamam, Sibel çok büyük bir ayıp etti Emir’e ama aşka küstürecek kadar da değil. Eee, ne o zaman? Ben Emir’in kardeşinin ardında bıraktığı hayatı evlat edinmesini istemezdim. Hiç istemezdim hem de… Keşke gerçekten Kübra’ya âşık olsa ve öyle yapsaydı bu teklifi. Çünkü Emir bu hikâyede hiçbir şeye mecbur değil. Ben sevmedim “Emir’in teklifi”ni…
“Doğdu doğalı bebeğin için ne yaptın sen ya? Sen evlat doğurmadın ki, Yiğit’e karşı kullanacak koz yaptın. Sen ne annelik yaptın ki Yiğit’ten babalık bekliyorsun? Görmüyor musun? Adam onunla bununla gönül eğlendiriyor ve değişmeyecek! Sen de aç elini sevgi dilen, salak! Kübra, bebeğine annelik yap. Dünyaya çocuk getirmek o kadar kolay değil, bu karar vermeden önce hepsini düşünecektin. Bu çocuğu hak et!”
Bir köşede oturup hayatından gelip geçen insanları suçlamak her zaman en kolayı ama bir gün biri gelir “Sen ne yaptın ki ne bekliyorsun?” der ve söyleyecek hiçbir şey bulamazsın lügatinde… Öylece bakarsın. Böyle böyle kendisini ve çevresindekileri tüketiyor işte insanlar. Bana bunu yaptılar, bana şöyle dediler, sen hep böyle yapıyorsun, sen hep bana bunları söylüyorsun, ben bunları yaşıyorum, benim çok derdim var, çok mutsuzum vs vs vs. Peki neden, sen ne yaptın, ne yapıyorsun? Hiç nedenini soruyor musun kendine? Kübra hala kendisine bir şeyler anlatmaya çalışan insanlar olduğu için şanslı… Karşısında kendisine bu cümleleri kuran kadının iki gün önce yaşadıklarını hayal dahi edemez Kübra, yaşasa zaten kafayı yer. Bu yüzden daha da kızıyorum işte… Kübra hayatı çiçek, böcek, güneş, bulut sandığından dolayı ve kendisini de masal prensesi sandığından dolayı Yiğit’in de kendisini kurtarmaya gelen Beyaz Atlı Prens olduğunu sandı ve o misyonları yükledi ona. Ama olmaz işte anam bacım, olmaz. O tozpembe bulutlardan asit yağmaya başlar, neye uğradığını şaşırırsın. Ve hala bebeği kucaklayıp “Onun hatırına yanımda kal,” diye yakarıyor Yiğit’e. O senin Yiğit biletin değil Kübra ya, evladın. Artık ona göre davran, misyonunu bil. Aman!
Lütfen Elif’in terbiyesini kendisinin de söylediği gibi Derya versin ve evrene minik bir Derya daha armağan etsin. Daha çok Derya, daha çok!
Sibel için “Artık tutarlı bir karakter olsun,” deniliyor ama eğer öyle olursa Sibel’in ne çekiciliği kalacak? Sibel’in numarası bu, ne zaman ne yapacağını kestiremeyeşimiz, kızalım mı bağrımıza mı basalım bilemeyişimiz, güvenelim mi uzak mı duralım kavrayamayışımız. İki bölüm önce kızarken, iki bölüm sonra çok sevişimiz. Bu kadar muazzam bir karakterin endazesi bozulmasın. Seviyorum ben Sibel’i, yanına Yiğit’i koyunca daha da seviyorum. (Evet evet, tabii ki buradan Yiğit&Sibel’e bağlayacağım.) Yiğit, Derya ile konuşurken Sibel ile arasındaki ilişkiyi öyle güzel özetledi ki aslında; “Biz ne zaman buluşsak ayrılıyoruz.” Evet, ne zaman buluşsalar ayrılıyorlar ama her seferinde de tekrar buluşuyorlar. “Bir daha beni arama,” cümlesi ile ayrılıp “Güzelim,” ile buluşuyorlar. Tek bir bakış, tek bir an, tek bir dokunuş yetiyor onları birbirine çekmeye. Birbirleri için hem zehir, hem panzehir gibiler. Önce acıdan kıvranıyorlar, sonra birbirlerinin acısını dindiriyorlar. Ne yaparlarsa çok güzel yapıyorlar! Dilerim Yiğit’in bunca yalnızlığında hiç olmazsa Sibel yanında olur, Yiğit hiç olmazsa onun aşkına tutunur umarım. Yoksa iyiden iyiye savrulup gidecek…
Söylemeden geçilmeyecekler vol.1: Derya ve Yiğit, Gül ve Yiğit arasındaki dostluğa bayılıyorum. Hele Derya’nın Yiğit’e olan minneti ama ona rağmen doğru bildiğinden şaşmamasını çok seviyorum! Gül şimdilik Yiğit’e dostluktan öte duygular besliyor ama o da zamanla değişecek bana kalırsa. Gül’ü de Derya’yı da karizmaları ve karakterleriyle çok seviyorum.
Söylemeden geçilmeyecekler vol.2: Sadullah’ı gerçekten çok ama çok özleyeceğim. Çok iyi yazılmış ve oynanmış, gerçek bir kötüydü. Taner Turan’a kocaman tebrikler, kendisini en kısa zamanda tekrar izleriz umarım.
Yiğit ve Emir artık tamamen ayrı yollarda, buradan sonrası nasıl gelişir bilemem ama onlar ne kadar veda konuşması yaparlarsa yapsınlar günün sonunda hep yan yana olacaklar. Ne demişler? Kardeş kardeşi atarmış, yar başında tutarmış.
Çok güzel bir bölümdü! Bölümde emeği geçen herkesin emeğine ve gönlüne sağlık. Şeref Meselesi saati geldiğinde keyiflenmemizi sağlayan herkese sonsuz teşekkürler!