Murat her şeyi o yuvarlak gözlüklerinin ardında sanki özel şöförü sapağı kaçırmış da, kendini bir film platosunda bulmuşcasına izliyor. Havuzlu evinde oturup, olanları kuşbakışı seyrettiği pencere pervazları maalesef burada yok. Fırsatı olsa, ya da cesareti, o çok sevdiği romanlardaki tren yolculuklarında birbirleriyle ansızın tanışan kahramanlar gibi Seyfi’yle, Fevzi’yle tanışacak. Onların “dünyalarına” girecek, onlardan “hikayeler” dinleyecek, onları “anlayacak”. Oysa ki; onların dünyası da hikayesi de Gültepe’de, Gültepe için, Gültepe yüzünden. Seyahat bittiğinde bavullarını kaptıkları gibi bilinmezliğe gitme şansları yok hiçbirinin. Hiç olmamış.
Şöyle açalım isterseniz; çocukların hayatı hapse girmiş bir babanın görüşme saatlerini kollamaktan, annenin yaşadığı dertlerden habersiz babayı özlemekle geçiyor. Gülümser dermansız dertlere düşmüş. Deniz Sineması’nın gösteriminde Gazap Rüzgarı olması boşuna değil. Filmde evli bir adama aşık Hülya Koçyiğit’in kalbi de tıpkı Gülümser gibi ortadan ikiye ayrılır. Bir yanda ona aşık mafya babası, diğer yanda ona yasak ama onun aşık olduğu Cihan Ünal. Gülümser de ne yapsın; Halil’le gözyaşı dolu bir “bizim senle sonumuz yok” sahnesinden sonra kendini Hülya Koçyiğit gibi yataklara atar. Gülali’nin iki lafından birinde geçen baba, Gülümser için düzene, kabul görene, çemberin içindekilere dönüş için alarm zilidir.
Ziller kimin için çalıyor Gülümser?
Çocuklardan bir diğeri, polislerin eve geldiği o gecenin bir ömür boyu geçmeyecek hatırasıyla yaşamaya mahkum. Fevzi’nin sırtını dayadığı kırmızı duvarın gömleğine bulaşmış izi, işte öyle hiç geçmeyecekmiş gibi. Bir yandan yaşadığı utanç, diğer yandan yanlarında aslanlar gibi duran Gülali ve Seyfi. Seyfi demişken… O ise anne ve babasının hayat boyu görev edindiği gönüllü köleliği bir türlü kabullenemiyor. İşten arda kalan “hayatta” bile onun temizlikçisi, bunun hammalı, ötekinin hanımı, berikinin beyi olmaya itirazı var. Nazlı ağzını yaya yaya Basri’ye “gerizekalı” dediğinde bile annenin en basitinden “ne haliniz varsa görün” dememesi Seyfi’yi delirtmeye yeter.
Ne zaman dizinin akışına kaptırsak kendimizi, insanı kahreden yürüyüşüyle, “her şeyden geçtim” bakışlarıyla, “büyük insanlığın” omuzlarına çöken kederiyle ve öfkenin bile filizlenemediği ruhuyla Basri bir hayalet gibi ekrandan geçiyor. O kadar öfkesiz ki Seyfi onun yerine de öfkeleniyor. Hammallık Basri’nin sadece yaptığı bir iş değil, Gültepe’nin kocaman bir metaforu.
Daha var.
Murat ise tüm bu hikayeleri camların ardında izleyen çocuk olmaktan çıkıp kendi hikayesinin ortasında yaşamaya başlayacak. Üzülerek söylüyorum ki o gözlüğü en az bir kez (Seyfi’nin tolerans seviyesine göre) kırılacak. Çünkü burada korunaklı hayatlar yok, burada kendine ait bir oda bile yok. Ama burada ablanın tüm insan soyundan tiksinirmiş gibi takındığı yüz ifadesinden bıkınca özlemini çektiği dostluklar var. Olacak. O Seyfi’yle kozlar bir paylaşılacak. Rahat içinde yaşadığı günlerin, bahçeyi zamansız suladı diye azar yiyen babanın intikamı yumruklarla, laf dalaşlarıyla alınacak. Sonra, ve umarım, gün gelecek Seyfi’nin kanatları altındaki omuz onunki olacak. Zaman alacak. Çok zaman alacak.
Çiğdem-gevrek ödülleri: Dizi İzmir’de geçiyor diye bunun suyunu çıkartmaya karar verdim ve her haftanın içimizi titreten bir bir çiğdemi bir de “nalet olsun” diyeceğimiz gevreği olsun dedim. Bu haftanın çiğdemi Fevzi’yi oynayan Burak Dakak. O kadar duygu yoğunluğu olan uzun bir sahneyi o kadar şahane oynadı ki evimize misafir edesim geldi. Aynı sahnede evden bir ölü çıkmışcasına orayı bir taziye evine döndüren anlatım başarısına da bi paket çiğdem benden.
Haftanın gevreği de Fevzi’nin babası. Ve Fevzi’nin babası gibileri.