Fransızca bir şarkı eşliğinde görüntüler. Yavaş yavaş hareketlilik...
Kevin, bir anda kendini kesiveren Patti’nin yanında oturmuş onu seyrediyor mesela. Kanlar içerisinde yerde yatmakta olan cesedi seyrediyor. Gözlüyor. Ardından da bir sigara yakıp, birini arıyor.
Annesinin kucağına dönen Jill de bu sırada annesiyle karşılıklı sigara içiyor. Sanki her şey normalmiş gibi, hayatlarının orta yerindeki insanlar bir zamanlar ortadan BİR ANDA kaybolmamışlar gibi. Laurie de kızına eşlik ediyor ya, içinde bastırmadığı sevginin altına imzasını çakıyor bu sayede. İnançlarına da sahip çıkarak hem de, Kalan Günahkârlar’dan biri olmaya devam ederek.
Christine’in kulaklığından taşan müziğin sesi meğer, Fransızca şarkı. O sahneye itiliyoruz BİR ANDA. Her zaman olduğu gibi hem de.
İkisi, hatta üçü arabada, bir yere gidiyor.
Christine, küvette doğurduğu bebekle hiç ilgilenmiyor, ilgisiz. Wayne’in onu aldattığını düşünüyor, belki ondan. Ki haklı. Wayne karnına çocuk düşürdüğü her kadını fena halde kandırmış zamanında. Ardından Tom ve Christine yol kenarında bir parkta duruyor, Christine çocuğun altını değiştirmek bahanesiyle uzaklaşınca- çocuğu kadınlar tuvaletinin bir kabininde bırakıp ortadan yok oluyor!
Bir kadın, kendi çocuğunu umumi tuvalete bırakıyor.
Tom anlamıyor bunu.
Bebeği aldığı an delice bir tavırla Christine’i arıyor.
Bulabilir mi?
Çok zor!
Tom, Christine und yeni doğmuş bebek.
“KONUŞ” diyor annesine Jill.
Ama inandığı şeyin kurallarının dışına çıkmıyor Laurie.
Jill de iç çamaşırları kalıncaya dek soyunup bembeyaz şeyleri geçiriyor üstüne. Kalan Günahkârlar’dan biri oluyor BİR ANDA. Annesinin karşısında. Laurie bir tür çıkmaza girdiğini bilince, içine atıyor tüm gözyaşlarını. Kızını, kendine benzemiş olarak görmeyi kaldıramıyor. Hem de oldukça tehlikeli bir planın gerçekleştirileceği akşamda.
Neyse ki araya Meg giriyor da, meselenin olumlu tarafının altını çiziyor. Son dakikalarda o gözleriyle, Liv Taylor yani, o gözleriyle bize bir şeyler anlatıyor. Oynamak, konuşmak, isyan etmek, kızmak ya da mutlu olmak için sözlerini yitirmiş biri olarak gözlerini kullanıyor.
Ve sabah, Nora uyanıp mutfağa girdiğinde, karşısında kocası ve çocuklarını buluyor. Plastik heykellerini yani… Kayboldukları yerde, kayboldukları biçimde aynen duruyorlar. Nora, ağlıyor. Ağlıyor ve yine ağlıyor. Ve Kalan Günahkârlar’ın bir gece yarısı çaldığı fotoğraflar ve Patti’nin eski kilisenin zeminine dizdiği kıyafetler BİR ANDA anlam kazanıyor. Hepsi, bütünü bu BİR ANDA karşısında bulmayı sağlama planı için sürdürülmüş şeyler, atılmış adımlar.
Tam bu sırada Kevin ise, ormanın ortasındaki o kulübede başında beklediği cesedi ne yapabileceğini düşünmüş olacak ki Peder Jamison geliyor.
Korkularının hepsini ama hepsini üstüne geçirip oraya sığınmış, oraya tıkılmış Kevin ilkin Peder’i bu işten uzak tutmaya çalışsa da, kendine inanmadığını düşünse de- sonunda kabul ediyor onun kendisine inandığını. Birlikte, kazdıkları mezarın içine koyuyorlar cesedi. Patti orada yatarken, Kevin tam toprağı onun üstüne örtecekken Peder giriyor araya. Cebinden bir İNCİL çıkarıp, altını çizdiği satırları Kevin’ın okumasını istiyor.
Fakat Kevin, okumak istemiyor.
İnanmadığı bir sistemin gereği sayılanı gerçekleştirmek istemiyor.
Peder Jamison, ikna ediyor Kevin’ı.
İnanmadığı o sistemin gereğinin altına mührünü, imzasını çakması için ikna ediyor.
Okuyor Kevin.
Yalnızca okumuyor ama, bir yandan da ağlıyor. O inancın, köklerini bulduğunu hissediyor okurken, belki. Ağlamasının sebebi bu, olabilir. Yoksa kimse reddettiği eylemi gerçekleştirirken ağlamaz boş yere? Bir şeyler olmuş olmalı? Muhakkak.
Gömme işleminden sonra Peder’in arabasına gidiyorlar.
Peder her şeyi düşünmüş, Kevin’a temiz kıyafetler bile getirmiş- böyle bir düşünce seli bir başka yerde görülmüş şey mi?
Kevin, su dolu bir bidonla temizleniyor. Başından aşağı filan- normalde seksi, ultra çekici gelebilecek şeyleri yapıyor ama hiçbir etki yaratmıyor bu. Kendi ruhsuzluğunun dibini kazıyor yalnızca. Seksapel hak getire.
Yola çıkıyorlar ve Kevin uyuyakalıyor.
Uyandığında bir akıl hastanesine kapatmaya çalışıyorlar Kevin’ı. Babasının da içerisinde bulunduğu hastaneye. Bu sürükleniş sırasında yalnızca kızını araması, ona haber vermesi gerektiğini HAYKIRIYOR. Önce hücreye atıyorlar onu. Hücredeyken, babası görmeyi istemediği dergiyi gönderiyor ona bir şekilde. Kevin okuyor. Sonra onu televizyon odasına alıyorlar. Babası da orada. Konuşuyorlar. 14 Ekim günü neden herkesin kaybolmadığından, kalanların neden kaldığından bahsetmeye çabalıyor baba. Kevin anlamıyor. Baba anlatmaya çabalıyor gücünün yettiğince. Sonra. Sonra bir anda Patti beliriyor odada. Kevin’ın kucağına oturuyor ve babasının anlattığına yakın şeylerden bahsedene kadar kendi ölümünden söz ediyor. Ve bağırıyor: UYAN!
Düş yırtılmadan önce. Kevin hücrede. Ama yine seksi, yine seksi.
Kevin yine o dibini bulamadığı rüyalarından birini yaşıyor.
Uyandığında Peder’in arabasında, bir kafenin önünde buluyor kendini.
Peder Jamison’la yemek yerken, 14 Ekim’den söz ediyorlar. Kevin, en sonunda, o kaybolma anında bir kadınla sevişmekte olduğundan bahsediyor. Ailesini terk etme isteğiyle yanıp tutuştuğunu anlatıyor. O zaman çekip gitmeyi becerebilse, şu an burada olmayabileceğini ima ediyor gibi. Konuşuyor sürekli. Kaybolma anının şokunu atlattıktan hemen sonra Jill’in okuluna gittiğini ve iki çocuğunu da korku dolu bakışlar içerisinde gördüğünü, sonra bir anda mutlu olduklarını, çünkü babalarının kaybolmadığını gördüklerini söylüyor. Eve döndüklerindeyse her birinin artık eski hallerinde olmadığını, FARKLI olduklarını söylüyor.
Kapanışı da onları kaybetmek istememesine karşın birer birer hepsini yitirdiğini söyleyerek yapıyor.
Ağlıyor.
Öyle bir ağlıyor ki, bir babanın bu hallere nasıl düştüğüne şaşıyoruz. Kevin tam o esnada masaya kalbini, vicdanını, geçmişini, hatalarını ve ailesini koyuyor. Onunla hesaplaşıyor.
Ve kalkıyor tuvalete gidiyor!
Tuvalette Wayne’le karşılaşıyor.
Günlerin yorgunluğu yetmezmişçesine Wayne’le hesaplaşıyor bir de.
Adını ve dileğini soruyor Wayne.
Dileğin gerçek olacağını söylemesinin ardından da polisler basıyor TUVALETİ!
Wayne, öldükten hemen sonra tabii.
Peşinden sorgu, anlamaya çalışmalar, zorlanmalar ve yabancının kim olduğunun, ne yaptığının, nasıl bir durumda olduğunun boş verilmesi geliyor. Kevin için.
Meg. Direğe bağlanıp dövüldükten sonra perişan, perişanlık hâlleri.
Kevin ve Peder Jamison, “eve” geri döndüklerinde insanları çıldırmış olarak buluyor. Belki çıldırmış dememek gerek, Kalan Günahkârlar’ın planı nedeniyle kayıplarını hatırlamanın getirdiği sinir krizi.
Görünen ilk kişi de, sürekli yinelemeyi göze alarak andığım, bebeğini kaybeden o yaralı kadın oluyor. Elinde silahıyla Kalan Günahkârlar’dan birini kovalıyor.
Zarar yine, bütün faturalar yine Kalan Günahkârlar’a ödetiliyor. Kaldıkları evler yakılıyor, elleri bağlanıp öldüresiye dövülüyor, silahla kovalanıyor ve dövülüyor ve daha çok dövülüyor.
Kevin o kadını durdurmak isteyerek arabadan indiğinde, her şeyin baştan ayağa gerçekten rayından çıkmış olduğunu fark ediyor. Kimsenin durdurulabilecek yanının kalmadığını. Çünkü hatırlatmak için günlerce insanları takip eden, onlara görünen Kalan Günahkârlar “unutulmaya çalışılanı hatırlamak adına” ilk kez doğrudan bir eyleme girişip hayatlarına başka biçimde müdahale ediyor kaybolanların yakınlarının. Bu, tastamam keskin bir eyleme geçişin getirdiği patlama.
Ortalık kan.
Silah.
Yangın.
Ayaklanma.
Gözyaşı.
Kevin o defolu düşlerinden birinde ne görmüşse aynısını yaşıyor.
Gördükleri yaşantıya dönüşüyor.
Meg’i elektrik direklerinden birine bağlanmış ve fena halde dövülmüş olarak buluyor mesela. Yine de konuşmuyor Meg. Gözleri, yalnız gözleri anlatıcı konumunda, konuşmacı. O da pek işe yaramıyor.
Ardından koşarak OLAYA EL KOYMAYA gidiyor Kevin.
Bu toplumsal sinir krizinin BİR ANDA çözülebileceğine inanmak istiyor. Çocukça.
İlk anda da karısının biri tarafından dövüldüğünü görüyor, kurtarıyor. Karısı bütün delirmelerini delirtmiş durumda ağlıyor, bağırıyor ve onca zamandan sonra ilk kez konuşuyor: “JİLL!”
Kevin, baba konumuna savrulduğunun ayırdına varmadan, kızını arıyor.
Ölmüş, dövülmüş, zarar verilmiş olabilecek bir kızın peşinden gidiyor, onu görmeyi yüreğinin hiçbir nehrinin dayanmayacağını bile bile gidiyor. Umudun peşinden, en çok.
Ve kurtarıyor, neyse ki!
Zira Laurie ve Kevin’ı birbirine yakın tutan bir şey varsa şu hayatta o Tom değil, o büyük oranda Jill. Kız çocuğunun taşıdığı kırılganlık, incitilmeme isteği, dileği.
Kevin cephesinde bunlar olurken Nora, halen kaybolan kocası ve çocuklarının kayboldukları gibi bırakıldıkları masanın karşısında, sandalyede, elleri de çocuklarının ellerinde oturuyor. Düşünüyor. Sonunda, BİR ANDA aydınlanma yaşıyor, her şey değişmeden hemen önce olanları gözünün önünde film gibi oynattıktan sonra kocası ve çocuklarının kaybolmasını hatırlamamak için kendini kilitlediğini, bu şekilde de anılara, kendine, onlara zarar verdiğini kabul ediyor.
Bir mektup yazmaya başlıyor.
Sevgili Kevin’a.
Mektubu iç sesiyle yazmaya devam ederken Kevin’ı, karısı Laurie’yi, Jill’i takip ediyoruz.
O mektup bir yandan, bu ailenin kaderine işaret ediyor sanki.
En muhteşemi de Laurie’nin denize dalıp gittiği BİR ANDA, uzaklara bakıp kendini aradığı BİR ANDA Tom’u karşısında bulması oluyor. Aileden istifasını vermek üzere olan Tom dönüyor, eve dönüyor, annesine. Annesinin ellerine.
Ve Christine’in terk edip kaçtığı bebeği evin(EVLERİNİN!) önüne bırakmış olacak ki, Nora intihar edemediğini yazdığı mektubu kapının altından atmaya ya da posta kutusuna bırakmaya gittiği anda, BİR ANDA, o bebeği buluyor.
Herkes.
Herkes unuttukları gerçeği, acıyı, kayboluşu, anıları hatırladığında, o İLK ANDA, dizi bitiyor.
İkinci sezona kadar “susuyorlar”.
Bu “suskunluk” ne getirecek onlara?
Tom, Jill, Laurie und Kevin.
Belki Nora ve diğerleri de.
Sezonun en şiirsel fotoğrafı belki de, Laurie’den.