Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZETLİYORUM
Gizli aşk bu, söyleyemem derdimi kimseye
Sezon: 1 Bölüm: 8

Ne güzel kare, ne güzel aşk…

Şeref Meselesi, bana kalırsa şu ana kadarki en iyi bölümüyle karşımızdaydı. Duygu yoğunluğu olsun, temposu olsun, oyunculuklar olsun her şey daha bir oturmuştu. Geçtiğimiz hafta Yiğit’in böğrüne saplanan kör kurşun ile bölümü noktalamıştık. Sadullah’a “Kurşunlara gelesin!” diyerek türlü beddualar etmiş, Yiğit için türbelere adak adamaya gitmiştik. Bu hafta da kaldığımız yerden devraldık bölümü… Yiğit, korku dolu bakışlar ile ambulansa bindirildi ve hastane yoluna düşüldü. Yiğit ameliyathanede, sevenleri ise kapı önündeydi. 

Yiğit, habersizce kızının yanında buldu kendisini. “Yüreğinin götürdüğü yere gitmek” bu olsa gerek…

“Kızmış…” 

Yiğit, ameliyathanede yaşam mücadelesi verirken Elif adında minik bir mucizenin doğuşuna şahit olduk. Elif o kadar güzeldi ki, içim eridi. Bakmaya kıyamadım, biri dokunduğu zaman içim gitti. “Ay ay ay, yavaş!” diyerek ekran başından çeşitli uyarılarda bulundum. Çünkü bebeğimiz gerçekten çok minikti. Türk televizyonlarında “yeni doğan” adı altında neredeyse yaşını doldurmuş bebekleri görmeye alıştığımızdan, Şeref Meselesi’nin minik Elif’ini yadırgadım tabii. Bu yavruyu set ortamına soktukları için de içim acımadı desem yalan olur. Elif’in büyüsüne kapılan sadece biz değildik elbet… Yiğit, her ne kadar inkâr etse de kızına sevgisini gönlünde yeşertmiş, büyütmüş. Yiğit, kızını daha doğmadan çok sevmiş. O kadar sevmiş ki kızı yaşama sebebi olmuş. Kızının minicik gözlerine ilk baktığı anda ise gerçek aşkın ne demek olduğunu anladı, gördü. Kızını kucağına ilk aldığı an şefkatin gerçek manasını anladı. Yiğit, kızını sevdi. Biz de onları sevdik.

“Sen benim kızım mısın?”

“Korkma aslan oğlum benim… Hep iyi bir evlat oldun sen… Hiç terk etmedin babanı.”

Bölümün sahnesi şüphesiz ki Yiğit’in rüyası idi. O kadar güzel yazılmış, çekilmiş ve oynanmış bir sahneydi ki… Baya bir süre etkisini üzerimden atamayacağım sanırım. Yiğit’in tüm çelişkileri, aklının gerisine iteledikleri, korkuları, aşkı… Her şeyi orada bir bir karşısına dikilmiş, Yiğit’ten hesap soruyordu. Ölüm ve yaşam arasındaki o ince çizgi, ölüm ve yaşamı birbirine bağlayan o ince ip… Yiğit, orada sıkışmış kalmışken bir peri kızı hayata döndürdü onu… Yiğit kızı için yaşamayı seçti. 

“Uyan, istersen yine başkasını sev ama yeter ki yaşa, tamam mı?”

Kübra… Kübra… Kübra… Neden böyle yapıyor bu kız? Tamam, Yiğit’e karşı hala bir umudu var ve seviyor. Gerçekten seviyor, “Yine bir başkasını sev ama yeter ki uyan,” diyecek kadar seviyor ama böyle mi? Minicik bir bebeği Yiğit’i kazanmaya alet ederek olur mu? O bebek orada ağlarken ekran başında benim içim gitti. Sırf Yiğit “belki” kucağına alır diye o kuvözden yeni çıkmış bebeği öyle ağlatmak nedir Allah aşkına? O bebeğin üzerine titremesi lazım, yanından ayrılmaması lazım ama Kübra ne yapıyor? Yiğit bebeği almasaydı ne olacaktı? Hayır, Kübra kararlıydı çünkü. Elif bir ağladı ellemedi, iki ağladı ellemedi… Kübra anneliğe pek hazır değilmiş sanırım. Ve diğer sorumsuzca davranışı: Çantanın peşine koşup bebek yol ortasında (hem de hafif yokuş bir yolda), bebek arabasının içinde bırakılır mı? Çantanın içindekiler gelir ama ya Elif? Ah Kübra, ah! Yapılacak şeyleri yapmayıp, en yapılmayacak şeyde başrol oynuyorsun.

İçi gitti adamın Emir, neler yapıyorsun ya?

Emir, içinde acaba iflah olmaz bir evlat hasreti mi büyütüyordu bu yaşına kadar? Elif’i bu kadar çabuk kabullenmesinin sebebini geçen hafta da anlayamamıştım, bu hafta da anlayamadım. Anlayamıyorum Emir’i, en az Kübra’yı anlayamadığım kadar anlayamıyorum. Bir an geliyor çok güzel şeyler söylüyor, yapıyor ve ben Emir’e hayran kalıyorum. Bir an geliyor öyle saçma bir şey yapıyor ki “Neden?” diye kalakalıyorum. Sen Yiğit’in Elif’i kabul etmesini istiyor musun, istemiyor musun? Kübra’nın bebeğe eziyet eden yöntemlerinden daha akıllıca yöntemlerle Yiğit’i bebeğe yöneltebilir Emir. Ama kendisi koruyup kollamayı tercih ediyor. Yine yapsın, yine bebeğin yanında olsun, olacak tabii ki. Ama Yiğit’e de bir şans versin. Gördük biz, Yiğit o bebeği sevecek ve hatta seviyor. Yiğit, o bebeğe bakarken gözlerinden sayfa sayfa sevgi okunuyor. O sayfaları parçalasa da, yenileri yazılıyor. Yiğit, Elif’i seviyor ama Emir onu Yiğit’in kucağından alıyor. Yiğit, kızını kıskanıyor ama inadından yanına da yaklaşamıyor. Belki yine kucağına aldığı an gibi bir an hayal ediyor ama olmuyor. 

“Küçükken sorarlar ya “En çok anneni mi seviyorsun, yoksa babanı mı?” diye… Ben en çok seni seviyormuşum abi.”

Bakmayın bu konularda Emir’e söylendiğime. İçim gitti bu bölüm, içim. Yiğit’e olan sevgisi, döktüğü gözyaşları, üzerine titremesi… Emir ve Yiğit arasındaki abi-kardeş ilişkisine her şeyiyle bayılıyorum, günahıyla sevabıyla, hatasıyla doğrusuyla…  

“Herkesin içinde onun için ağlayamıyorum bile…”

Şu manzarayı gören Sibel’in kendisini geri çekmesinden daha doğal ne olabilir ki?

Sibel’e “Nasıl Yiğit’in yanına gitmezsin?” demeden önce bir parça anlamaya çalışmak gerek aslında. Sibel, kadar kısa zamanda, o kadar çok şey yaşadı ki… Ben Sibel’in ikilemlerini de, hüznünü de, içinde biriktirdiklerinin verdiği acıyı da iliklerime kadar hissettim. Önce Yiğit’e karşı içinde yeşeren o duygu, sonra ondan vazgeçmek zorunda oluşu, Yiğit’in vurulmasıyla onu kaybetme korkusunu en derinden yaşaması, Yiğit’in vurulduğu gün kızının dünyaya gelmesi ve Sibel’in yine Yiğit’ten uzak durmak zorunda kalması… Duyguları da, kafası da karmakarışık Sibel’in. Mantığını devreye sokmaya çalışıyor o da kar etmiyor. Yiğit’e uzaktan bakıyor ama yanına gidemiyor. Hatta herkesin içinde ağlayamıyor bile… Kübra’nın yanına ise yaklaşamıyor, bebeğe bakamıyor. Çünkü biliyor ki bebeğe baktığı an vicdanı Yiğit’e tamamen sırtını dönecek (ki döndü de). Offf! Çok zor, Sibel’in işi çok zor. Yiğit’e rağmen Yiğit’e karşı koymak çok zor, bir bebeğin babasız büyümesine sebep olduğunu düşünmek ve bunun yükünü taşımak çok zor. Sibel’in hayatı zor işte… Tüm o ışıltılara rağmen, zor.

Sibel’in reklamını izleyince gözlerinden ateşler çıkan bir adet Yiğit.

“İzledim, delirtti beni. Kim bilir benimle beraber kaç adamı daha delirtti!”

Sahalarda görmek istediğimiz hareketler!

Ben Yiğit gibi adamları seviyorum, hamurumda var sanırım. Geçtiğimiz hafta da yazmıştım; Yiğit gibi adamlar, sevdikleri kadının yanında başka bir adama tahammül edemezler. Doğal olarak, Sibel’in ışıldadığı reklamı gördüğü an kendisini kaybetti Yiğit. Çıldırdı. Sibel’i gözleyen, Sibel’i hayal eden, Sibel’i beğenen erkeklerin varlığı Yiğit’i çıldırttı. Ve Sibel’i ilk gördüğü yerde dudaklarında bir iz bıraktı. O iz, “Sen benimsin!” diye bas bas bağırıyordu. En son Kayıp’ın Özlem ve Mehmet’inde tutkunun, aşkın, imkânsızlığın ve hatta hüznün bu kadar güzel dengelendiğini görmüştüm. Sibel ve Yiğit’i anlayabilmek, sebeplerini görebilmek, tutkularını hissedebilmek, aşklarıyla duygulanmak hoşuma gidiyor. Seviyorum onları. Aralarındaki çekimi de seviyorum.

Of Sadullah!

Ve son sahne… Sadullah, o bebeği orada bırakmayacaksın değil mi? Hayır, sen bile bu kadar vicdansız olamazsın. Bence dönüp alacak ya. Almalı yani. Fındık kadar bebekle intikam mı olur? Üstelik bu kadar vahşice…

Dolu dolu bir Şeref Meselesi bölümünü ardımızda bıraktık. Bir sonraki haftayı iple çekiyorum, iple! Bölümde emeği geçen herkesin emeğine ve gönlüne sağlık!

YORUMLAR




BUNLAR DA VAR