Modernizmin en önemli temsilcileri, yapı taşları ve sembolü beyaz yakalılar. Ekseriyetle kariyer odaklı, alabildiğine konformist, dünya nimetlerini maksimize etmeye çalışan; şık,temiz her daim bakımlı.
The Walking Dead’de ise modernizm çökmüş durumda. Devasa iş merkezleri ölülere teslim olmuş, idealize edilmiş bahçeli aile evleri yıkılmış; insana, insanın yarattığı, yetiştirdiği, büyüttüğü her şeye reset atılmış durumda. Toplum da dâhil. Ama bazı kodlar kolay yıkılamıyor, geri kalmış ülkelerin patriyarkal/feodal toplumsal yapıları nasıl her türlü faciaya kökten direnebiliyorsa; zombi kıyametine de direnen bir modernite var anlaşılan.
O modernitenin yaşayan son temsilcisi de Aaron. Sanki grubumuz mülakat ekibi, Aaron da karşılarına çıkmış gibi. Olanca prezentabllığıyla bildiğin sunum yapıyor adam. Slaytları hazır, etkilemeye de. Daha önce bu sunumu yapmış, kariyer basamaklarını tırmanmış, deneyimli ve görkemli bir baştan çıkarıcı. Yağmurla belki yıkanabilen, kirli-pasaklı, muhtemelen kan ve ter kokan ekibimizle tam bir tezat. Hele zombilerin takılabileceği bir çalı kıvamındaki sakalı, çatlamış ağzıyla yepyeni bir lider görünümüne kavuşan Rick’in tam zıttı. Bu zıtlık en doğal haliyle çatışmayı da beraberinde getiriyor elbet.
Daryl’la Rick’in sözsüz anlaşmaları dizinin içimizi ısıttığı nadir anlardan. Telepatik iletişimleri çok hızlı hareket edebilmelerine, karar vermelerine ve en garip durumlardan bile birlikte kurtulabilmelerine yol açıyor. Hâlbuki birliktelik öyle çok da şahit olduğumuz bir şey değil, genelde “Birlikte yaşa yalnız öl”den çok “Her koyun kendi bacağından asılır,” durumu söz konusu çünkü. Grubun dışındaki her element potansiyel tehlike ve grubun liderliği devam ettirilecekse, öyle ya da böyle, genelde “toplumun iyiliği” açısından, bir düşman yaratılmak zorunda.
Ancak Ricktatörlüğün sallandığı anlar modernitenin şövalyesi Aaron’ın cazibesinde gizli. Grubun büyük çoğunluğunu ikna ediyor bir tokat aracılığıyla yarım bırakılmış sunumuna rağmen. Rick daha çok şey öğrenmek istedikçe daha da baştan çıkarıcı oluyor Aaron. Ancak Rick’in asla unutmadığı bir şey var; eğer bu grup hala yaşıyorsa Rick’in temkinli olması sayesinde. Yine de Aaron’ın doğru kullandığı sözcükler x-ray ışınları gibi herkesin içinden geçiyor. O sözleri duyanlar yapısal olarak parçalandıkça grup içinde de çatırdamalar oluyor.
Toplumsal stabilitenin ana parçası bireysel stabilite, Rick’in yaşadığı karmaşa da tam olarak burada. Carl için, Judith için ve iyice ailesi bellediği grubu için en doğru kararı almak zorunda, onlarla aynı görüşte olmasa da. Aaron’ın çizdiği dört duvar arasında elma ağaçları imgesi, gereğinden fazla zombi öncesi dünyayı hatırlatıyor Rick’e. Öyle bir özlemi yok çünkü, oraya geri dönebilmek için fazla realist. Yeni düzende inanmaya şartlandığı şeye inanmaya devam ediyor, kendisini hayatta tutan şeye: “Yürüyen Ölü benim ve her insan bir tehlike.”
Böyle düşünmekte haklı da bir yandan. Dışarıda zombi dediğin tek bir şekilde öldürüyor, ısırıyor, yiyor; üstelik yavaş ve ağır o zombiler; gündelik hayatın bir parçası olan, tek başına geldiğinde en fazla sivrisinek rahatsızlığı veren beyinsiz bir düşman. Peki beyinli olan insan düşman olduğunda? Taşla öldürüyor, yakarak öldürüyor, yıkarak öldürüyor, kendi yaptığı silahla, kendi ürettiği teknolojiyle öldürüyor, yaşayarak ve yaşatarak öldürüyor; en beteri de kelimeleriyle öldürüyor. Sahi, insan kaç farklı şekilde öldürebiliyor?
Aaron anne sorunlarından mustarip, Rick’in zorla yedirdiği elma püresi kaç tane anı canlandırmıştır zihninde kim bilir. Ama yılmıyor nereye gideceklerini söylemese de nasıl yaşadıklarını söylemese de, hangi yoldan gidileceğini kendi belirlese de yılmıyor. Aaron’ın tek rahatsız edici özelliği bu belki de, yılmadıkça işin içinde bir bit yeniği arıyor insan. Medeniyet dediğin şeyi Rick yemiş, medeniyet Rick’i zehirlemiş ve bozmuş, üstüne üstlük kendi günahlarının da tadına bakmış. Umudu yok, beklentisi yok; sadece yaşamak için bir nedeni var. Uzun bir sessizlikten sonra Rick “Hepsini biz alıyoruz,” diyor; elma püresini ve suları kastederek.
Aaron’la anlaştıkları nokta da bu oluyor esasen, aksiyon sekanslarını ve dizinin uzun süredir eksikliğini çektiği cool’luğu getiren şeyi, işaret fişeğiyle yanan zombiyi bir kenara bırakırsak; en birincil noktada uzlaşmayı başarıyorlar: Yaşamak için bir neden. Kimisi için aile devam ettiriyor hayata, kimisini intikam, bazıları da en temel içgüdüsüne hayatta kalmaya tutunuyor. Aaron ise “Tutkunun ne demek olduğunu bilmek istiyorum, bir şeyler için güçlü duygularım olsun istiyorum,” diyenlerden; onun tutkusu ise partneri Eric. Sonunda gay çiftimize kavuşurken (Noldu, rahatsız mı oldunuz? Kıyamam agucuk gugucuk) Aaron’ın derdini de anlıyoruz, onun yeni bir dünyaya ihtiyacı var, aşkını dilediğince yaşayabilmek, aşkının hakkını verebilmek gibi özlemleri var. Rick’in anladığı şey de bu işte: Michonne eline dokunduğunda değil ama Judith’i kucağına aldığında yaşadığı duygunun bir benzeri.
Bir kara fenerinde buluşan ekibin varış yerini de söyleyiveriyor Aaron, Rick’le yeniden iletişi kurmak istercesine: Alexandria (İskenderiye). Fener+İskenderiye’den bağlantıyı kuruyoruz hemen. Yıkılan toplumun, yenisi için simgelere; anıtlara ihtiyacı var. Antik çağa geri dönüş belki de bir Dünya Harikası’nda İskenderiye Feneri’nde başlayacak.
Cesur yeni dünyanın kapılarına ulaşıldığında ise herkesin aklında aynı soru var: Aaron’ın fotoğraflarında niye insanlar yok? En doğrusunu Carol söylüyor Rick’e esasen: “Yanıldığında bile, haklıydın.”
Unutmayın, İskenderiye Feneri de doğal afetlerin karşısında duramayıp yıkılmıştı.